14 Aralık 2017 Perşembe

SÖZÜN BAŞLADIĞI YER

Böyle günlerde hep ‘’Sözün bitiği yerdeyiz’’ denir.

Ben tam tersini söylüyorum.

Bilinen sözleri yine yeniden söylemeye devam edeceğiz.

Ne diyordu Nazım Hikmet bir şiirinde,

’’Canımız yanmış gibi değil, canımız yana yana haykırıyoruz.’’

İstanbul Atatürk Havalimanı’nda patlatılan bombalar ve yitirdiğimiz onca cana rağmen ülkeyi yönetenler yine basit, sığ, sıradan ve akıllara zarar açıklamalar yapıyorlar.

Neymiş efendim bizim her diplomatik zaferimizden sonra başarımızı kıskananlar bu tür patlamaları tezgahlıyormuş.

Ya da bu tür patlamalar ana muhalefetin destek olduğu gruplar tarafından yapılıyormuş.

Adama sormazlar mı İsrail ve Rusya’ya onca kafa tutup ucuz kabadayılık yaptıktan sonra tazminat ödeme ve özür dileme başta olmak üzere karşı tarafın şartlarını kabul etmek ne zamandan beri diplomatik zafer oldu.

Bunlar mübarek Ramazan’da İsrail içeceği Coca Cola ile Rus içeceği Votka’yı karıştırıp bu millete helal diye içirdiler.

Peki ülke yönetiminde ana muhalefetin ya da diğer muhalefetin nasıl bir yetkisi var ki patlamalardan onlar sorumlu oluyor.

Sosyal medyada iktidarı eleştirenleri fişlemenin derdine düşen başta MİT ve emniyet olmak üzere devletin güvenlik kurumları nasıl bir zaafiyet içinde.

Ya da AKP iktidarını bu sefer kimler kandırıyor ki böylesine acı ve ihmallerle dolu bir terör olayı karşısında bir tek istifa bile olmuyor.

Yazımın başında da söylediğim gibi bilinen sözleri yine yeniden söylemeye devam edeceğiz.

Türkiye Büyük Millet Meclisi derhal terör gündemiyle toplanmalı ve başta uluslar arası ilişkiler olmak üzere teröre karşı akılcı ve ulusal önlemler alınmalıdır.

İçişleri Bakanı ve İstanbul Valisi başta olmak üzere sorumlular istifa etmeli ve patlamada ihmali olanlar hakkında gerekli işlemler yapılmalıdır.

Teröre karşı önlemler alınırken kesinlikle hukuk kuralları içinde kalınmalı ve yurttaşlar potansiyel terörist olarak görülmemelidir.
Son olarak kendisi de bir terör olayına kurban giden Uğur Mumcu’nun sözlerini hatırlatmak isterim

"Terör bir insanlık suçudur. Bu terör, kim tarafından yapılırsa yapılsın, devlet tarafından da yapılırsa yapılsın, PKK gibi, Dev-Sol gibi ya da ülkücü gruplar gibi ya da İslamcı terör grupları gibi. Terörün bir tanesinden yana olmak ya da bir tanesine hoşgörüyle bakmak ya da bu olayları suskunlukla geçirmek, bir insanlık suçudur."

BUNLARI TANIYORUM

IŞİD; yani Irak Şam İslam Devleti’nin kısaltması.

İnsanlar sanki yeni bir oluşumla karşılaşmış gibi şaşırıyorlar.

Ne diyor IŞİD ‘’Darü-l Harp olan yerler Darü-l İslam oluncaya kadar cihada devam’’

Darü-l İslam şeriatla yönetilen yer demek ve şeriatla yönetilmeyen her yer Darü-l Harp yani savaş alanıdır.

Yöntemlerine bakacak olursak.

Tekbirler eşliğinde insanların kafasını kesmek, insanları bir kafesin içine koyup diri diri yakmak, kadınları kendilerine cinsel köle yapmak ve amaçlarına ulaşıncaya kadar insan aklının ve vicdanının kabul edemeyeceği her yöntemi uygulamak.

Ne var ki bütün bunları yaparken kafir ilan ettikleri devletlerin ürettikleri silahları (nasıl elde ediyorlarsa) kullanıyorlar.

Ülkemizde en son Atatürk Hava Limanı’nda yaptığı katliamla gündeme gelen IŞİD aslında bu topraklara hiç yabancı değil.

Bunları çok iyi tanıyoruz.

Hafızamızı şöyle bir yoklayalım.

13 Aralık 1930’da Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay tekbirler eşliğinde başı kesilerek katledilmedi mi?

Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta ve Mayıs-Temmuz 1980’de Çorum’da kendilerinden farklı inançta oldukları için savunmasız masum insanlar tekbirler eşliğinde katledilmedi mi?

2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak Oteli’nde insanlar tekbirler eşliğinde diri diri yakılmadı mı?

Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere 2016 yılında bile daha ergenlik çağına yeni girmiş kız çocukları babası hatta dedesi yaşında erkeklerle 2’nci, 3’üncü eş olarak evlendirilmiyor mu? Bu evlilikler şeriata uygundur fetvaları verilmiyor mu?

Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün.

Yaptıkları her katliamı tekbirlerle süslemek ve yaptıkları her akıl ve vicdan dışı uygulamayı şeriata uyarlamak yobaz katillerin en belirgin özelliğidir.

Bütün bu olumsuz gidişattan tek çıkış yolu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yapmış olduğu devrimlere sıkı sıkıya sarılmak ve her alanda Tam Bağımsız Türkiye’yi yeniden hayata geçirmektir.



01-07-2016

30 Kasım 2017 Perşembe

KRİZE KARŞI ÖNERİ

Hükümetin izlemiş olduğu yanlış politikalar sonucu AB ve ABD başta olmak üzere neredeyse tüm dünya ülkeleriyle sorun yaşayan Türkiye belki de tarihinin en büyük ekonomik krizi ile karşı karşıya.

‘’En büyük kriz’’ diyorum çünkü onlarca yılda halkın paralarıyla oluşturulan KİT’ler 24 Ocak 1980’de alınan kararlar sonrası bir bir elden çıkarılarak özelleştirme adı altında çoğunluğunu yabancı sermayenin oluşturduğu şirketlere peşkeş çekildi.

Bugün ülkemize uygulanacak olası bir uluslar arası ambargoya karşı direnecek bir milli sanayimiz yok. 31 Aralık 1995 tarihinde yürürlüğe giren Gümrük Birliği Anlaşmasıyla iç pazarımızı AB ülkelerine sınırsız açtık ve o günden sonra dış ticaretimiz AB’nin lehine bizim aleyhimize her geçen yıl büyüyerek devam etti.


1980’lerde dünyada kendini doyurabilen 7 ülkeden biri olarak anılırken bu gün pek çok tarım ürününü ithal eder duruma geldik buna karşın uygulanan yanlış tarım politikaları sonucu kendi çiftçimiz ürününü zararına satar ve üretemez duruma geldi.

24 Ocak Kararları, Sosyal Devlet’ten Liberal Devlet’e geçiş adına ve halkın aleyhine olan önemli bir kırılma noktasıdır. Devamında kurulan bütün hükümetler 24 Ocak Kararları’nı istisnasız uygulamış ve bu gün olacak büyük krizin adeta hazırlayıcıları olmuştur.

Geldiğimiz noktada yapılması gereken TBMM kriz gündemiyle acilen çalışmaya başlamalı ve komisyonlar kurularak önlemler geliştirilmelidir.

Adeta bir kayıkçı kavgasını andıran yapay gündemler bir kenara bırakılarak halkın beklentilerine yanıt verecek yasalar yapılmalı.

Gümrük Birliği’nden derhal çıkılmalı.

Milli bir tarım politikası oluşturulmalı.

Başta Telekom, Petlas, Tekel, Sümerbank gibi özelleştirilen kurumlar kamulaştırılmalı.

Ekonomik alanda Milli Seferberlik ilan edilmeli ve bu seferberliğe bütün sosyal sınıflar gücü oranında katılmalı.

Bütün bunlar yapılırken inisiyatif TBMM’de olmalı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerleri her türlü tartışmanın dışında tutulmalıdır.

21 Kasım 2017 Salı

TARİH BİLMEMEK


Sömürgeci emperyalistlerin ve onların bölgedeki işbirlikçilerinin Ortadoğu’da yaşattığı kanlı ve kirli savaş her geçen gün ülkemizi kuşatmaya devam ediyor.

En son Halep’te oluşan durum ve Halep’in rejim güçleri tarafından ele geçirilmesi sonucu başta sosyal medya olmak üzere kamuoyunda mezhep eksenli yorumlar yapılmakta ve İslam’ın farklı yorumlarına inanan insanlar adeta birbirine düşman edilmeye çalışılmaktadır.

Emperyalizmin en bilinen yöntemi, ele geçirmek ve sömürmek istediği coğrafyada yaşayanları etnik ve mezhepsel farklılıklar üzerinden ayrıştırmak ve kendisine karşı ortak cephe kurulmasının önüne geçmektir.

Milli Şairimiz Mehmed Akif Ersoy’un dediği gibi;

‘’Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.’’



Dün bazı haberlerde okurken bile insanlığımdan utandığım bazı paylaşımlarda 15. Asırda bu coğrafyada yaşanan taht ve iktidar kavgalarını örnek gösterip tarihte kurulmuş yüzde yüz Türk devletlerinden olan Safavi ve Akkoyunlu devletlerinden intikam almaktan bahsederken, günümüzde gerek Ortadoğu’da gerekse Türkiye’de yaşayan ve kendileri gibi inanmayan bir mezhebin mensuplarını yok etmekten bahsedenler umarım emperyalizme hizmet ettiklerini fark ederler.


Yeri gelmişken içinde bulunduğumuz ve tarih bilmeyenlerin yönlendirdiği bu toplumda halimizi anlatan bir fıkra paylaşmak isterim.


’’Yeniçerinin birisi camide vaaz dinlerken hoca Yahudiler’in lanetli millet olduğunu, Hz. Musa’yı terk ettiklerini ve Hz. İsa’yı çarmıha gerdiklerini anlatmış. Camiden çıkan yeniçeri, doğruca Kapalıçarşı’ya giderek kılcını Moiz’in boğazına dayayıp ‘Sevdiklerinde vedalaş canını alacağım’ demiş. Moiz gözleri yerinden fırlayarak ‘Ben ne yaptım ki kuzum’ demiş. Yeniçeri ‘Siz Hz. İsa’yı çarmıha germişsiniz’ Moiz ‘Kuzum o bin beş yüz sene önceydi’ deyince yeniçeri ‘Olsun ben yeni duydum’ cevabını vermiş’’


Bu tarih bilmeyenler Şah İsmail’in öz be öz Türk olduğunu ve Şah Hatayi adıyla bugün bile çok sevilerek söylenen türküler oluşturduğunu ve Türk Halk Müziği’nde Yedi Ulu Ozan’dan biri kabul edildiğini bilmezler. Tıpkı Yahudiler’in Osmanlı Padişah’ı Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’a getirildiğini ve koruma altına alındıklarını bilmedikleri gibi. Padişah kelimesinin ‘’Şahın Ayağı’’ anlamına geldiğini bilmedikleri gibi.


Şah Hatayi ve Yedi Ulu Ozan demişken William Shakespeare’e ait olan bir sözü yazmadan geçemeyeceğim; ’’Bir ulusun türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür.’’


Bu coğrafyada kader birliği yapmış ve yirminci yüz yılın başında sömürgeci emperyalistleri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde bu topraklardan kovmuş insanların günümüzdeki mirasçıları olarak bize düşen görev; tarihi iyi okuyup nereden ve kimden gelirse gelsin emperyalist saldırılara karşı ortak cephe oluşturmak ve gerek ülkemizde gerekse komşu ülkelerde ‘’Tam Bağımsız’’lığı savunmak olmalıdır.

13 Kasım 2017 Pazartesi

TÜRKİYE DİN DEVLETİ OLUR MU


Geçmişi 1950’lere dayanan ve 12 Eylül Darbesi’yle iyice köklenen karşı devrim ve siyasal İslamın güçlenmesine karşılık, bu ülkenin gerçek aydınları ve ilericiler bu sürecin tehlikeli olduğunu ve Türkiye’yi din devletine götüreceğini söylüyorlardı.

Fakat medyadan akademi çevrelerine, sermaye sahiplerinden siyasetçilere kadar devletin kaynaklarından nemalanan pek çok kesim bu korkunun yersiz bir paranoyadan ibaret olduğunu söylüyor ve halkı din devletinin olamayacağına ikna etmeye çalışıyordu.

Türkiye’de din devleti kurulur mu? Aklın ve bilimin yerini çağ dışı kurallar alır mı? Bunu uzun uzadıya yazmak yerine sizlerle bir ‘’Kıssadan Hisse’’ paylaşmak isterim.

Adamın bir, canhıraş bir vaziyette şehrin emniyet müdürlüğüne girer ve müdürle görüşmek istediğini söyler.


Müdür adamı karşısına oturtur ne sorunu olduğunu sorar. 

Adam, evinde bir timsah olduğunu ve kendisini yemesinden korktuğundan bahseder.


Müdür hemen adresi sorar ve şehrin merkezinde güvenlikli bir sitedeki gökdelenin 36. Katında oturduğunu öğrenince öyle bir yerde timsahın olamayacağını söyler.


Adam ısrarcıdır. Timsahın evde ve tehlikeli olduğundan bahseder.

Adamı timsahın orada olamayacağına ikna edemeyen emniyet müdürü şehirdeki en ünlü psikologu arayıp kendisine bir adam yönlendireceğini ve bu konuda telkinde bulunarak timsahın orada olmadığına ikna etmesini ister.


Adam yanında bir polisle psikologa gönderilir. Fakat O ısrarla timsahtan ve tehlikeden bahseder.


Adamı muayene sedyesine yatıran psikolog şehrin merkezinde hele ki korunaklı bir gökdelenin 36. Katında timsahın olamayacağını, bunun bir hayal ürünü ve içsel korkuların dışa vurumu olduğunu söyler.


Adam ısrarla timsahtan bahsetse de iki gün süren telkinler sonucu evinde timsahın olmadığına ve hayal gördüğüne ikna olur.

Psikolog ve polisler görevlerini yapmanın mutluluğu içinde adamı evine gönderirler.


Birkaç ay sonra psikolog ziyaret amaçlı o gökdelene gider. 

Birden aklına o adam gelir ve kapıdaki güvenlik görevlisine o adamı sorar.

Güvenlik görevlisi o adamın öldüğü söyler. Psikolog şaşkınlıkla ölüm nedenini sorunca, güvenlik görevlisi ’’Evinde vahşi bir timsah varmış adamı yemiş.’’ Cevabını verir.

12 Kasım 2017 Pazar

HASAN ALİ YÜCEL



Makamlar vardır kişilere değer katar. Kişiler vardır makamlara değer katar.

Hasan Ali Yücel, makamlara değer katan kişilerdendir. Türk Devrimi’nin ve aydınlanmasının eğitim alanındaki en önemli kişilerinden olan Hasan Ali Yücel, kendi yazdığı ders kitaplarından yaptığı çevirilere kadar çağdaş, parasız ve laik eğitime eşsiz katkılar sunmuştur.

15 Temmuz darbe sürecinden sonra Boğaziçi Köprüsü başta olmak üzere pek çok yerin adı değiştirilirken Trabzon’daki Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulu’nun adı değiştirilmek istendi fakat gelen tepkiler üzerine vazgeçildi.

Hasan Ali Yücel adı pek çok yerde olduğu gibi Kartal merkezde bulunan Kartal Belediyesi Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi’nde de yaşatılıyor.

Sizlerle Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi’nin açılışında yaşanan hoş bir anıyı paylaşmak istiyorum.

Tarih 17 Nisan 1992 yani Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıldönümü. Açılış için çok anlamlı bir tarih. Kartal’da SHP’li Mehmet Ali Büklü belediye başkanı ve partisi hükümet ortağıdır.

Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi’nin açılışı için SHP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’den İBB Belediye Başkanı Nurettin Sözen’e, aydın ve sanatçılardan milletvekillerine kadar kalabalık bir protokol bulunmaktadır.

Açılışa davet edilenlerden birisi de Hasan Ali Yücel’in oğlu ünlü şair Can Yücel’dir. İçerideki kalabalıktan ve konuşmalardan sıkılan Can yücel, dışarıya çıkar ve kaldırıma oturarak bir sigara yakar.

Can Baba her zamanki gibi sıradan günlük kıyafetler giymiş ve saçı sakalı karışıktır. O’nu tanımayan bir belediye zabıtası yanına gelerek ‘’Dayı buradan uzaklaş, içeride önemli bir toplantı var’’ der. Can Yücel, zabıtanın kendisini tanımadığını görünce ‘’Sigaramı içip kalkacağım’’ der. Ses tonunu yükselten zabıta ‘’Ya kalk hadi. Yayılmışsın buraya babanın malı gibi’’deyince Can Yücel, duvarda kocaman harflerle yazılan Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi yazısını gösterir ve ‘’Babamın malı oğlum’’ der.

Bu ülkede gerçek aydın ve gerçek demokratlar olduğu sürece ne Hasan Ali Yücel’in adı, ne de Cumhuriyet kazanımlarının unutturulamayacağı düşüncesiyle hepinizi selamlıyorum.

30 Ekim 2017 Pazartesi

KARTALLI KAZIM



''Mazide muktedirken, bütün kudretiyle çalışmış olanlara karşı minnet hissi duymayan bir milletin, istikbale güvenle bakmaya hakkı yoktur''
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e ait olan bu sözler bizlere yol göstermelidir.

Kartal Belediye Başkanı Sayın Altınok Öz 2009 yılında seçildikten sonra ilk iş olarak Kartallı Kazım'ın çocuklarına ulaşmış ve onlardan aldığı bilgilerle Kartallı Kazım Belgeseli hazırlatmış ve Kartallı Kazım Meydanı açılışını CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte yapmış ve her 1 Kasım'da kabri başında anmaktadır.

Sizlere 1 Kasım 1960'da yaşamını yitiren Nazım Hikmet'in Kuvayi Milliye Destanı'nda Kartallı Kazım adıyla destanlaştırdığı ve ceza evinde birlikte yatarken resmini yaptığı İbrahim Göleber'i kısaca anlatmak isterim.




Ülkenin işgale uğradığı bir dönemde birileri işgalcilerle işbirliği yaparak bireysel çıkar peşinde koşarken kendi halinde toprağını işleyip yaşamını devam ettirmeye çalışan Kartallı Kazım elindeki tek silahı mavzerini alarak düşmanın karşısına dikilmiştir. 


Kartallı Kazım’ın önemli özelliklerinden biride tamamen sivil bir kişilik olmasıdır şöyle ki o dönemde pek çok insan askerden kaçabilmek için türlü yollar denerken Kartallı Kazım gönüllü olarak mücadeleye katılmış ve hiçbir çıkar beklemeksizin ülkesinin bağımsızlığı uğruna canını ortaya koymuştur.

O katıksız bir yurtsever olarak günü geldiğinde elinde ne silahı varsa onunla eğer silahı yoksa çıplak yumruklarıyla düşmanın karşısına dikilmek gerektiğini herkese göstermiştir. 

Bizlere bugünde yol gösteren O’nun yurtsever inancı ve ölmeyi göze alan cesareti bir ışık olarak yolumuzu aydınlatmaktadır. 

Şunu iyi biliyoruz ki Kartallı Kazım ve onun gibi yurtseverleri mücadelenin içine çeken,bu mücadelenin başında o gün için Çanakkale Savaşı kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın olmasıdır.

Nazım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanı’nda bahsettiği kahramanlar Arhavili İsmail , Kambur Kerim , Karayılan ve diğerleri gibi Kartallı Kazım’da ‘’ölebilmek kabiliyetiyle’’ işgalci emperyalistlere ve onların işbirlikçilerine karşı yurtsever duruşunu göstermiştir. 

Şunu bütün kalbimle biliyorum ki eğer bu topraklar işgale uğrayacak olursa Kartallı Kazım ve onun gibi her meslekten yurtseverler işgalcileri kovmak için ne gerekiyorsa yapacaktır.Bunu yaparken bireysel çıkarları için değil ülkesinin bağımsızlığı için yapacaktır.

Memleket şairi Nazım Hikmetin dediği gibi.

Dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere

ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
Ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı,
Kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan... 






29 Eylül 2017 Cuma

LOZAN



Cumhuriyet ve Tam Bağımsızlık karşıtları her fırsatta Lozan Antlaşması’nın bir zafer değil bir yenilgi olduğunu söylerler. Çünkü Lozan’da Türkiye Tam Bağımsızlığını bütün dünyaya kabul ettirmiş ve Cumhuriyet’in ilanının önü açılmıştır.

Şöyle bir tarihe bakalım Lozan Antlaşmasını bu güne kadar yok sayan Amerikan’ın Temsilciler Meclisi üyesi William UPSHAW 1927"de ne diyor;

"Lozan anlaşması, Timurlenk kadar hunhar, Korkunç İvan kadar sefih ve kafatasları piramidi üzerine oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatörün, zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır. Bu canavar savaştan bıkmış bir dünyaya, tüm uygar uluslara onursuzluk getiren bir anlaşmayı kabul ettirmiştir. Buna her yerde Türk Zaferi dediler! Dünya parlamentolarını bu anlaşmayı kabule ikna ettiler ve büyük sermaye grupları, ticaret erbabı ve bazı din temsilcileri bile Türkiye’yi uygar uluslar masasında, uluslar arası bir konuk durumuna yükselterek, Amerika’yı yüksek ülkülerinden uzaklaştırmada birleştiler. "

Ve İngiltere’nin Lozan’daki temsilcisi George Curzon, İsmet İnönü’ye şöyle der;

‘’Konferanstan bir neticeye varacağız. Ama biz memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi, makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var bir de bu yanımdakinde. (ABD gözlemcisi Richard Washburn Child) Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı? Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz!’’

İşte Lozan’da Türkiye’nin karşısında olanların söylediklerinde sadece iki tanesi. 

Bütün bunlara karşılık Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Lozan Antlaşması için bakın neler söylüyor.

“Lozan barış masasında söz konusu olan meseleler, üç dört senelik yeni bir döneme ait ve yalnız onunla sınırlı kalmıyordu. Konferansta yüzyılların hesapları görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık, bu kadar kirli hesapların içinden çıkmak elbette o kadar basit ve kolay olmayacaktı.” “Lozan barış masasında söz konusu olan meseleler, üç dört senelik yeni bir döneme ait ve yalnız onunla sınırlı kalmıyordu. Konferansta yüzyılların hesapları görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık, bu kadar kirli hesapların içinden çıkmak elbette o kadar basit ve kolay olmayacaktı.”

Ve

“Bu antlaşma Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın ortadan kalkmasını ifade eder bir belgedir. Osmanlı dönemine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir.”

Kısacası; LOZAN TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE’DİR.

14 Temmuz 2017 Cuma

NATOTÜRKÇÜ DEĞİL ATATÜRKÇÜ ORDU



Dersim Mebusu Mustafa Zeki Saltık,
Ankara Mebusu Ali Fuat Cebesoy,
Edirne Mebusu Kazım Karabekir,
İzmir Mebusu Refet Bele.

Bu isimler 23 Nisan 1920 ile 11 Ağustos 1923 arası TBMM’de görev yapan 54 asker milletvekillerinden bazıları.
İkinci meclis oluşurken Gazi Mustafa Kemal Atatürk asker milletvekillerinden kışla ve TBMM arasında tercih yapmalarını ister. 


Çünkü yeni kurulan devlet belli bir sınıfın belli bir zümrenin değil halkın egemenliğine dayanan Cumhuriyet olacaktır.


Kurulan bu devlette askerin görevi dışarıdan gelecek saldırı ve işgallere karşı TBMM’nin emrinde görev yapmaktır.
Çok partili döneme geçilip ’’Türkiye’yi Küçük Amerika Yapacağız’’diyen Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu 1952 yılında Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıyla birlikte NATO silah ve teçhizatın yanı sıra subayları eğitmeye ve onlara dünya görüşü aşılamaya başlar.

27 Mayıs 1960

Kendisine ‘’Aydın’’ diyen bazı kesimlerce ABD güdümündeki Demokrat Parti iktidarına karşı ‘’Ordu-Millet El Ele’’ bir halk ihtilali olduğu söylense de, ülkemizdeki İlk NATO askeri darbesidir.


Albay Alpaslan Türkeş’in okuduğu darbe bildirisi ’’Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize bağlıyız. NATO ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz ’Yurtta sulh, cihanda sulh’tur.’’


27 Mayıs’tan sonra yapılan seçimlerde. Eisenhower Vakfı bursuyla eğitim alan ve Demokrat Parti döneminin DSİ genel müdürü Süleyman Demirel’in başkanlığındaki Adalet Partisi iktidara geldi.

12 Mart 1971

Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sol rüzgarların estiği ve dünyayı değiştirme idealinde olan ’’68 Kuşağı’’ hedef olarak NATO türü emperyalist askeri yapılanmaları göstererek halk desteği elde etmeye başlayıp Türk Halkı emperyalizmi sorgulamaya başlayınca 12 Mart Darbesi yapıldı.


Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, ’’Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmıştı’’ derken, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, 1961 Anayasası’nın özgürlükçü maddelerine atıfta bulunarak anayasanın bu halka lüks olduğundan ve bol geldiğinden bahsediyordu.

12 Eylül 1980

1970-1980 arası NATO yapılanması olan Konturgerilla eylemleri ile yüzlerce yurtsever katledilmiş 1 Mayıs’tan Bahçelievler Katliamı’na, Sivas Olayları’ndan Çorum ve Maraş Katliamları’na kadar okul tarama, kahve bombalama gibi toplumsal sindirmeye dönük pek çok olay yaşandıktan sonra 12 Eylül 1980’de yine ‘’’NATO’ya Bağlılık’’ yeminleriyle ordu yönetime el koyuyor ve 6 Kasım 1983’te yapılan seçimlerde yeni bir ‘’Küçük Amerika’’ sevdalısı Turgut Özal’ın ANAP’ı iktidara geliyordu.

15 Temmuz 2106

1990’ların başında komünist blokun dağılmasıyla beraber ABD Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye karar vererek hedefine ulus devletleri koyup buna direnen bütün yönetimleri tavsiye etmeye başlıyor tek tek ülkeler parçalanarak kukla yönetimler iş başına getiriliyordu.


Türkiye’de de bir ekonomik kriz sonrası iktidar el değiştirip AKP 3 Kasım 2002’de iktidar olmuş ve ABD’den kurtarıcı olarak gönderilen Kemal Derviş’in ekonomik programını virgülüne dahi dokunmadan uygulamaya devam ediyordu.


Ne var ki BOP eş başkanılığı Türkiye’de olmasına rağmen TSK bölgedeki caydırıcı gücünü devam ettiriyordu.
3 Temmuz 2003’te Irak’ın Süleymaniye şehrinde Türk Askeri’nin kafasına çuval geçirmesiyle başlayan ve ABD eliyle büyütülen FETÖ’nün TSK’ne sızarak başlattığı Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarla TSK içindeki milli unsurlar tavsiye ediliyordu.


15 Temmuz’da gerçekleşen ’’Başarısız’’ darbe girişiminden sonra TSK’nin hiyerarşik yapısı sil baştan değiştirilip askeri okulların kapatılmasından, emir komuta zincirinin yok edilmesine kadar TSK’yı güçsüz bırakacak uygulamalar hayata geçti.


Yazımın başlığına dönecek olursak Türkiye askeri darbelerden ve parçalanma tehlikesinden kurtulmak için zaman kaybetmeden NATO’dan ayrılmalı ve bütün işbirlikçileri bertaraf ederek ATATÜRK’ün Tam Bağımsız Türkiye idealine sımsıkı sarılmalıdır.

12 Temmuz 2017 Çarşamba

UYARI-YORUM



Demokrasi ve Adalet;  uygar bir toplumda olmazsa olmaz iki önemli değerdir.

Devlet eliyle adalet dağıtılırken yurttaşların hangi etnik kökenden, hangi siyasi düşünceden ya da hangi inançtan olduğuna bakılmaz.

Tıpkı Demokrasi ile yönetilen bir sistemde yurttaşların kanunlar önünde eşit olduğu gibi.

Yaşadığımız son süreçte siyasi tarihimizin en büyük kitlesel eylemi olan Adalet Yürüyüşü’nün hemen ardından başlatılan 15 Temmuz Demokrasi Nöbetleri birileri tarafından sanki biri diğerinin alternatifiymiş ya da bir siyasi düşüncenin karşı düşünceye üstünlük kurma aracıymış gibi yansıtılmaya çalışılıyor.

Oysa Adalet için yirmi beş gün boyunca yürüyenler aynı zamanda başta OHAL’in kaldırılması olmak üzere eksiksiz bir demokrasi istediklerini haykırdılar.

Eminim ki Demokrasi Nöbeti için meydanlara inenler bu ülkede Adalet terazisinin herkesi eşit tartmasından yanadır.

Diyeceğim odur ki, ADALET ve DEMOKRASİ gibi herkesin ihtiyacı olan iki temel değeri asgari müşterek kabul etmek yerine bunların üzerinden halkı ayrıştırmaya çalışanlar en hafif anlatımla Adalet ve Demokrasi düşmanlarıdır.


Son olarak diyorum ki, ‘’Herkese eşit ve tarafsız yaklaşan Adalet ve eksiksiz Demokrasi istiyoruz’’

13 Haziran 2017 Salı

ZEKİ TEKİNER


Mehmet Zeki TEKİNER ;

17 Haziran 1980’de düşürüldüğü kalleş bir pusuda arkadaşı Yavuz YÜKSELBABA’yla birlikte yaşamdan koparılan CHP Nevşehir İl başkanı ve eski milletvekili. 1977 Genel Seçimleri’ne giderken CHP Nevşehir Merkez İlçe Başkanı Mustafa Bilgin kendisine saldıran faşistlere silahla karşılık verdiği için cezaevinde yatmaktadır. 

Halihazırda milletvekili  ve aday olması durumunda seçilmesi garanti olan M. Zeki Tekiner, Mustafa Bilgin’i cezaevinden kurtarabilmek için milletvekilliğine aday olmayacağını ve Mustafa Bilgin’in milletvekili olmasını isteyerek adaylıktan feragat eder. Tekiner, Nevşehir’deki CHP üyelerine aşağıdaki mektubu gönderir.

‘’ÇETİN  SINAVLAR  GEÇEN  CHP’li  ARKADAŞA

Size CHP’nin şerefi uğruna zindanda çile dolduran bir arkadaştan İzmir Buca Cezaevinden. Mustafa BİLGİN’den selam getiriyorum.

Mustafa BİLGİN kimdir?

Mustafa BİLGİN dürüstlüğü, yurtseverliği, insanseverliği, yardımseverliği ve mücadeleci ruhuyla temayüz etmiş bir halk çocuğudur.

Bozuk düzene karşı çıkan CHP’nin Nevşehir Merkez İlçe Başkanıdır.

MC iktidarında Türkiye’nin her yerinde sergilenen olaylardan biri de 14 Mayıs 1976’da Nevşehir’de olmuştur. Türkeş’in kuyruklu kabadayılarının saldırısına uğrayan Mustafa BİLGİN mert ve cesur karakterinin gereği meşru müdafaa durumunda silahını kullanmıştır.

14 Mayıs 1976 günü Mustafa BİLGİN’in tabancasından çıkan kurşun CHP’nin Nevşehir’deki şerefini kurtarmış ve talihini değiştirmiştir.

CHP Mustafa BİLGİN karakterinde ve cesaretinde yiğitlerin omuzları üzerinde iktidara gelecektir.

Bütün bunları düşünerek Mustafa BİLGİN’in Buca Bölge Cezaevinden bana ve bazı aday adaylarına, talihsiz Şehzade Sultan Cem’in ağabeyisi Padişah Beyazıt’a yazdığı şu mısraları duyar gibiyim.


‘Sen pister’i gülde yatasun şevk ile handan,
Ben kül döşenem Külhan’ı mihnette, sebep ne?’
(Sen zevk ve sefa sürerken ben zindanlarda çile çekeyim. Buna sebep ne?)


CHP’nin vefalı görevlileri, Mustafa BİLGİN gibi yiğitler varken adaylık koymaya kendimde hak görmedim.

Bu nedenle milletvekili adayı olmadığımı sizlere arz ediyorum.
Saygılarımla.’’
          M. Zeki TEKİNER
                                                                                                                           Nevşehir Milletvekili

Tam Bağımsız ve Emekten Yana Bir Türkiye için her türlü fedakarlığı yapan ve son bedeli 17 Haziran 1980’de canıyla ödeyen M. Zeki Tekiner’i saygı, rahmet ve minnetle anıyorum.
Davası yerde kalmayacak.


9 Haziran 2017 Cuma

NEVRUZ BAYRAMDIR


İnsanlık tarihinde öyle günler ve olaylar vardır ki, bir ulusa ya da bir sınıfa mal edilemez. Çünkü o günler her türlü ırksal ve inançsal değerin ötesinde bütün insanlığın ortak değeridir.

Balkanlardan Orta Asya’ya kadar uzanan geniş coğrafyada kutlanan Nevruz Bayramı bu önemli günlerden birisidir.

Nevruz ne Demirci Kava önderliğinde Dehak zulmüne son vererek tarih sahnesine çıkan Kürtlerin bayramıdır, ne de Ergenekon’da dağın içindeki demiri eritip tarih sahnesine çıkan Türklerin bayramıdır.

Nevruz, insanların doğayı gözlemleyerek binlerce yılda oluşturduğu önemli gündönümü sayılan baharın gelişidir. Aynı havaya, suya ve toprağa cemrelerin düşmesine inanılması ya da Leylek Fırtınası, Kocakarı Kışı günlerinin toplumda kabulü gibi.

Nevruz yaşadığımız coğrafyada binlerce yıldır ‘’BAHARIN MÜJDECİSİ’’ olarak kutlana gelmiş ve toprağın uyanması, ağaçların çiçek açmasıyla beraber O’na diriliş anlamında ‘’Yeni Gün’’ denmiştir. O sebepledir ki özellikle Anadolu ve Ortadoğu’da Nevruz kutlamaları yapan insanlar rengarenk elbiselerini giyerek baharın gelişini kutlarlar.

Peki insanlar baharın gelişini neden böylesine coşkuyla kutlarlar hiç düşündük mü?

Kuzey yarım kürede olan ve tek yaşam kaynağı tarım olan toplumlar kışın yaklaşmasıyla birlikte yaşamlarını devam ettirebilmek için yiyecek depolarlar ve kışın sonuna doğru bu yiyeceklerin bir kısmı tükenir bir kısmı da çok az kalır. İşte o zor günlerde insanlar yiyeceklerini birbirleriyle paylaşarak yaşamlarını sürdürür ve baharın gelmesi, toprağın uyanmasıyla birlikte yeniden tarımsal üretim başlar bolluk ve berekete kavuşulur. İşte onun içindir ki baharın gelişi bu coğrafyada yaşayan insanlarda bayram sevinci oluşturur.

Diyeceğim odur ki, Nevruz bir ideolojinin ya da bir ulusun bayramı değildir.

Nevruz, Buzul Çağı’ndan hemen sonra günümüzden yaklaşık 15.000 (Onbeş bin) yıl öncesine dayanan geçmişiyle bu coğrafyada yaşayan halkların bayramıdır.

Nevruz, bolluk ve berekettir. Nevruz elinde olanı olmayanla paylaşmaktır. Nevruz barış içinde kardeşçe yaşamaktır. Nevruz bayramdır.

ATA'YA MEKTUP



Şikayetim sana büyük Atam,
Bu insanlar kalleş imiş bilmedim.
Mal değiller ki pazarda satam,
Beyinleri bomboş imiş bilmedim.

Konuşurken mangalda kül kalmıyor,
Tutmuş beni hiçbir yere salmıyor,
Benim ile şu deryaya dalmıyor,
Tayfaları sarhoş imiş bilmedim.

Selam yolluyor Deniz’e Mahir’e Ulaş’a,
Gövde uymuyor bu bozuk başa,
Gözüm kör oldu sen bakma kaşa,
Beni vuran benden imiş bilmedim.

Kiminin derdi koltuk sevdası,
Kiminin derdi çıkar kavgası,
Hepsi olmuşlar Yezit'in hası,
Zalimlere kardeş imiş bilmedim

Hep sıkıştıkça hatırlar Altıok’u,
Yoksulu bilmez dost tutmuş toku,
Ne zaman anlayacak yediği otu,
Şeytanlara sırdaş imiş bilmedim.

Yaptıkları tam Aziz Nesinlik,
Tek ilkeleri var ilkesizlik,
Yakışır mı bize ülkesizlik,
Conilere yoldaş imiş bilmedim.

Sana sahip çıkmak onun hilesi,
İftira atmak en sağlam kalesi,
Bizde olur ancak böylesi,
Her biri bir dansöz imiş bilmedim.

Bağımsızlık yolunda rehberim sensin,
Geçmişte sen varsın gelecekte sensin,
Bu yolda gövdem sen başım sensin,
Eksikliğim bende imiş bilmedim.

8 Haziran 2017 Perşembe

NEYZEN TEVFİK HEYKELİ



Kartal’ın merkezinde alışılagelmişin dışında bir yapıt, Neyzen Tevfik heykeli.

Heykelin önündeki yazıda eseri yapanların Kartallı genç heykeltıraşlar olduğu yazıyor.

Bu ülkede birileri gençleri ve sanatı yok sayarken. Kartal Belediyesi’nin Kartal’da yaşayan gençlere böyle bir eser yaptırması, sanata ve sanatçıya sahip çıkması çok olumlu bir örnek.

Yapıldığı günden beri AKP çevreleri başta olmak üzere bu heykeli eleştirenler var. Gerekçede ‘’Başka kimse kalmadı da bu adamın heykeli neden yapıldı’’, ‘’Neyzen Tevfik, berduş bir hayat sürmüş ve sıra dışı yaşamış’’, ‘’Neyzen Tevfik Kartal’ı ne kadar temsil ediyor’’

Açıkçası bu eleştirilere çok şaşırmadım.

Nedenine gelince, bu eleştirileri yapanların Neyzen Tevfik’i yeterince tanımadıkları bir yana sanata ve sanatçıya bakışları öteden beri bilinen bir gerçek.

Geçmiş dönemde Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı beğenmediği bir heykel için ‘’Tükürürüm böyle sanatın içine’’ sözünü kullanmıştı.

Kars gezisi sırasında dönemin başbakanı ‘’İnsanlık Anıtı’’ için ‘’Ucube’’ benzetmesi yapmıştı. En yetkili kişilerden bu sözleri duyunca Kartal’da yapılan eleştiriler sıradan kalıyor.

Medeni Dünya’da bir şairin, bir yazarın kısa süreli dahi olsa konakladığı mekanlar müzeye dönüştürülürken, yöneticilerin bulundukları kenti cazibe merkezi yapmak için tarihi kişiliklerle ilinti kurma çabaları varken, mezarı Kartal’da olan ney ve hiciv ustası Neyzen Tevfik’in adının Kartal’la birlikte anılmasından daha doğal ne olabilir ki?


Yazıyı hazırlarken Kırşehir’de bulunan Muharrem Ertaş anıtıyla ilgili yıllar önce dinlediğim bir olay aklıma geldi.

Kırşehir’e Muharrem Ertaş’ın elinde saz bulunan bir anıtı dikilir anıtın açılışından sonra şehre gelen bir köylü anıtı seyretmeye başlar epeyce seyrettikten sonra şöyle der ‘’Ey büyük Atatürk, Memleketi kurtardığını biliyordum emme eyi saz çaldığını bilmiyordum.’’

Köylü haksız değil ki ülkeyi yönetenler yıllarca kültür sanat adına halka bir şey vermedikleri gibi resimden sinemaya , heykelden şiire kadar sanatla ilgilenenleri yok saydılar.

Bugün Kartal Belediye Başkanı Altınok Öz, mezarı Kartal’da bulunan bir sanatçı ve düşün insanı olan Neyzen Tevfik’in heykelini yine Kartallı olan genç heykeltıraşlara yaptırarak onun ismini Kartalla birlikte anılır hale getirmek için önemli bir adım atmıştır. Kartallılara düşen görev bu adımı sonuna kadar desteklemek olmalıdır.

Yazımı bitirmeden önce ATATÜRK'ün bir sözünü sizlerle paylaşmak isterim

''Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu ifade söz ile olursa şiir, nağme ile olursa musiki, nakış ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina ile olursa mimarlık olur''

Sevgi,saygı ve sanatla kalın.

6 Haziran 2017 Salı

Derinkuyu Cumhuriyet Camii


"Kiliseyi camiye tahvil Zülcelal,
Kabul et duamızı eyleme melal,
Ayasofya’nın fatihi Sultan Mehmet’se,
Bunların fatihi Mustafa Kemal"



Bu sözler Nevşehir Derinkuyu’da bulunan ve Ayastefanos Antlaşması gereği Osmanlılar tarafından savaş tazminatı karşılığı olarak Sultan Abdulmecid döneminde Baş Melekler Kilisesi adıyla inşa edilen kilisenin Türkçe kitabesinde yazıyor.

Kilisenin Rumca kitabesinde ise "İsa Yılı 1859 Çok büyük Baş Melekler Mihail ve Gabriel'in bu kutsal ve çok güzel kilisesi, İmparator Sultan Abdülmecid Han zamanında, aynı köyde Malakopia' da oturan Hristiyanların bağışları ile, Haldialı baş mimar Papaz Oğlu Kiriako Efendi gözetiminde ve Aziz Ikonion Neofıtos Efendi tarafından temellerinden itibaren tamir edildi. Allah'a Şükür. Amin. Sene 1860 Sekiz Kasım" yazıyor.

Emperyalist İngiltere’nin ve onların piyonu haline gelen Yunanistan’nın ısrarlarıyla gerçekleşen 1924 nüfus mübadelesi sonrası Anadolu’daki Ortodoks Rumlar Yunanistan’a göç etmiş ve Rumlara ait pek çok kilise cemaati olmadığı için ibadete kapatılmış.

Nevşehir’in Derinkuyu İlçesi’nde bulunan ve 1860 yılında yapılan kilise de cemaati olmadığı için 1924’te ibadete kapatılmış ve 1949 yılında Derinkuyulu Tahsin Ertaş tarafından satın alınarak Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağışlanıp camiye dönüştürülmüş.

CHP’nin tek parti olarak yönettiği o dönemini nedense birileri ‘’Camiler kapatıldı’’ yalanıyla eleştirirken CHP döneminde kiliselerin camiye dönüştürüldüğü gerçeğini söylemezler.

Şunu belirtmek isterim ki, amacım bir siyasi partinin diğerinden daha dindar ya da daha dinsiz olduğu gibi bir saçmalığı dillendirmek değil. Zaten kurumlar dindar ya da dinsiz olamazlar. Din bireylerin kendi vicdanlarıyla ilgilidir ve kurumlara düşen görev bütün inançlara eşit mesafede durmaktır.

Medeniyetin beşiği olan Anadolu’da Sümerler’den Urartu’ya, Komagene’den Kapadokya Krallığı’na, Etiler’den Bizans’a ve Selçuklular’dan Osmanlı’ya kadar pek çok devlet hüküm sürmüş ve tarihteki yerini almıştır.

Şu var ki, binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan halklar buhar olup uçmadılar. Egemen unsur hangisi ise onun buyruğu altında ve ona benzeyerek yaşamlarını devam ettirdiler.

Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, tarihsel misyonunun farkında olan bir önder olarak bu noktayı çok iyi yakalamış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti yaptığı Ankara’nın sembolünü Hitit Güneşi olarak belirlerken kurduğu sektör bankalarına Sümerbank ve Etibank isimlerini verdi.

Atatürk, bu sembolü ve bu isimleri verirken Anadolu’yu etnik ve dinsel olarak bölmek isteyenlere şu mesajı veriyordu ‘’Ben bu topraklarda kiracı değil ev sahibiyim. Ben Sümerler’in ve Etiler’in de mirasçısıyım.’’


Diyeceğim o ki bir böyle bir ibadethaneye ''Cumhuriyet'' adı çok yakışıyor.