23 Ocak 2019 Çarşamba

NEYZEN TEVFİK VE MEHMET AKİF


Neyzen Tevfik Kolaylı’yı, aklından ve yüreğinden geçenleri diline geldiği gibi söylediği için herkes ‘’Sıra Dışı’’ bir kişilik olarak tanımlar. Acaba sıra dışı olan, herkesin söylemeye cesaret edemediğini söyleyen Neyzen Tevfik midir? Yoksa belli kaygılarla düşündüğünü söylemek yerine riyakarca iki yüzlü davranıp düşündüğünden farklı şeyler söyleyenler midir?

28 Ocak 1953 Neyzen Tevfik Kolaylı’nın ölüm yıl dönümü. İstiklal Marşı’nı yazan Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Neyzen Tevfik’in gerek kişiliğine gerek se sanatına çok değer veren ve onunla uzun süre ahbaplık yapan bir insan olarak sürekli O’ndan alkolü bırakmasını ister Neyzen Tevfik belli aralıklarla söz verir ve tövbe ettiğini söylemesine rağmen yine de içmeye devam eder.

Mehmet Akif Ersoy, ‘’Neyzen Tevfik’in 3400. tövbesinden istifası münasebetiyle yazılmıştır’’ notunu düşerek  “Derviş Ahmed” adlı bir şiir yazmıştır.

 

“Bir ömürdür içiyorsun bırak artık şunu!” der;
Derviş Ahmed bu hidayetle hemen tevbe eder.
Amma bir tevbe ki: Binlikleri çarpar duvara;
Tas, çanak, testi, perişan serilir tahtalara.
Rakı tufanı, su girdabı alırken odayı;
Anaforlarla dönerken mezeler fırdolayı;
Bir kerametle dedem postu oturtup sedire;
Oradan, mest-i zafer bakmaya başlar seyire.
Başlar amma, pek uzun boylu seyirden bıkılır...
Derviş Ahmed de bizim, öğleye varmaz sıkılır.
Kalkar olmaz, yatar olmaz, döner olmaz dediği:
Neyle doldursa o bir türlü kapanmaz gediği?
Zikreder vahdete girsem diye zorlar, giremez;
Hu çeker, sine döver, hiçbiri eğlendiremez.
Saatin ömrü soluktan da kısayken, hani, dün;
0, ne yıllar devirir, saniye geçtikçe bugün!
Devrilen devriledursun, dedem “illallah!” der;
Camı sarsar, damı sarsar, tepinirken ter ter!
Bu kadar velvele oynatsa yerinden ya biraz,
Ne harün şey ki “zaman” hiç yürümez, hiç tınmaz!
Derviş Ahmed, bu sefer, “ben yürürüm!” der mi sana!
“Aman Ahmedim, bana baksana!
Bozacak mısın yine tevbeni?
Kıracak mısın yeniden beni?
Sakın Ahmedim, gideyim deme.”
Cezbe kuvvetlice gelmiş ki dışardan dedeme,
Bu içinden kabaran sesle hiç irkilmeyerek,
Hak erenler yola bir düşme düşer; Yelyepelek!


“Derviş Ahmed'. Gidiyorsun ya, sakın sapma sola!
İşte bak, dirseğe geldin, göreyim şimdi: Mola!
Bu gidiş hayır değil Ahmedim!
Dayan Ahmedim, dikil Ahmedim
Aman Ahmedim, göreyim seni,
Dayan Ahmedim, göreyim seni!”


Lâkin aldırmıyor Ahmed, cereyanlar müthiş;
Karnı irkilse, bacaklar gidecek, hem ne gidiş!
“Ne o? Meyhaneye geldin mi? Sakın girme, dayan!
Aman Ahmedim, sonu pek yaman!
Kuzum Ahmedim, gireyim deme!
Mola istemem, vereyim deme!
Asıl Ahmedim, kasıl Ahmedim!
Bu geçit bela, asıl Ahmedim!
O ne batmalar, ne boğulmalar!”
Asılır boş, kasılır boş, dedem en sonra dalar.
“Bari meyhaneye düştün, be mübarek Derviş,
İçmeden geç ki desinler: Dede Sultan ermiş!
Hadi Ahmed, hadi yavrum, hadi son bir gayret!


“Lâkin Ahmed, bu ne gayret, ne tahammül, hayret!
Sen kurul lök gibi meyhaneye, ser postu, otur;
Yan, tutuş, sonra dayan: Dağ gibi dur, taş gibi dur!
Dağ demiş, taş demişim, doğru mu lâkin? Ne gezer!
Onu bir zelzele sarsar, bunu bir dalga ezer.
Seni kaç zelzeledir yokladı hiç sarsamadan;
Koca arslan, hani, övmüş de yaratmış yaradan!
Öyle bir tevbe geçirdin ki, hakikat değdi;
Az bela mıydı, seher vakti, o tufan neydi?
Çiğnedin dalgayı, girdabı çıkardın daraya
Postu Cûdi'ye yanaştırdın, atıldın karaya.
Sallamış tekmeyi bir mülke, diyorlar, Edhem;
Yumruk atmış mı yarım binliğe? Hiç zannetmem!
Hak erenler, iyi bak kendine, miktarını bil:
Sendedir Nüsha-i kübra, okumuşlarda değil!
Sen ne cevhersin, a devletli, ne cansın, bilsen!
Aba altındaki sultanlara sultansın sen.
Sen ki Kevser dağıtan Haydar’a kulsun ancak,
Sana ısmarlamayan, kimlere ısmarlayacak?


Hadi evlat, Dede Sultan ne içer, bir sor ki...
Doldurun Dervişe benden iki binlik, Yorgi!


 

 

18 Haziran 2018 Pazartesi

UMUTSUZ DURUM YOKTUR UMUTSUZ İNSAN VARDIR

Seçimin yaklaştığı şu günlerde birileri gelecek adına çok karamsar yorumlar yapıyor. Ülkenin ekonomik olarak çok kötü durumda olduğunu ve bu enkazın altından kalkılamayacağını söyleyenler bile var.

Ben bu yönde kaygıları olan arkadaşlara Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün 30 Ekim 1923'te ilk başbakan olarak atadığı İsmet İnönü'ye yazdığı mektubu okumalarını öneriyorum.



“Sevgili paşam, Cumhuriyet’in ilk başbakanı olarak seni düşünüyorum. Dur, hiç itiraz etme. Niye seni seçtiğimi şimdi anlayacaksın.

Bizi yine büyük bir savaş bekliyor. Durumumuzun bir bölümünü Cephe Komutanı ve Lozan Baş Delegesi olarak elbette biliyorsun. Büyük devletlerin bu sefil duruma bakarak, kısa zamanda pes edeceğimizi sandıklarını Lozan dönüşü sen bize anlattın.

Ben sana şimdi bildiğinden daha da acıklı olan genel durumu özetleyeceğim. Bize geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz.

Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. 4.000 km. kadar demiryolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz. Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart. Denizciliğimiz acınacak durumda.

Köylümüzü topraklandırmalı, ihtiyacı olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız. Doğudaki aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni Cumhuriyet’le de insanlıkla da bağdaşmaz. Bu durumu düzeltmeli, halkı kurtarmalıyız.

Her yerde tefeciler halkı eziyor. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getirtiyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor.

Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta. Bebek ölüm oranı %60’ı geçiyor.
Nüfusun yüzde 80’i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bölümü göçebe.

Telefon, motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Kiremiti bile ithal ediyoruz. Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde var.

Düşmanın yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmamız gerekiyor. Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı da 400 bini geçecek. İktisadi hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı. İktisatçımız da çok az. Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi hiç çözülmemiş. Oysa Cumhuriyet’in insan malzemesini hazırlamalı, namus cephesini güçlendirmeliyiz. Kültür eserleri kaçırılmış, kaçırılmaya devam ediliyor.

Raporlarda daha ayrıntılı, daha acı bilgiler var. Bunları Bakanlara ve parti yönetim kuruluna da ver. Genel durumu tam bilsinler.

Bütçemiz, gelirimiz yetersiz. İktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşüncem var. Bu düşünceyi günü gelince konuşuruz. Hedefimiz milli iktisat, bağımsızlığın sürekli olması için iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı.

Osmanlı bu gerçeği geç fark etti. Fark ettiği zaman çok geç kalmıştı.

Cumhuriyet’e uygun bir anayasaya gerek var. Bu zor durumdan nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney.

Ama yılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı, uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine yetişmek, kısacası çağdaşlaşmak, bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız.

Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız. Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim.

Allah yardımcımız olsun!”

14 Aralık 2017 Perşembe

SÖZÜN BAŞLADIĞI YER

Böyle günlerde hep ‘’Sözün bitiği yerdeyiz’’ denir.

Ben tam tersini söylüyorum.

Bilinen sözleri yine yeniden söylemeye devam edeceğiz.

Ne diyordu Nazım Hikmet bir şiirinde,

’’Canımız yanmış gibi değil, canımız yana yana haykırıyoruz.’’

İstanbul Atatürk Havalimanı’nda patlatılan bombalar ve yitirdiğimiz onca cana rağmen ülkeyi yönetenler yine basit, sığ, sıradan ve akıllara zarar açıklamalar yapıyorlar.

Neymiş efendim bizim her diplomatik zaferimizden sonra başarımızı kıskananlar bu tür patlamaları tezgahlıyormuş.

Ya da bu tür patlamalar ana muhalefetin destek olduğu gruplar tarafından yapılıyormuş.

Adama sormazlar mı İsrail ve Rusya’ya onca kafa tutup ucuz kabadayılık yaptıktan sonra tazminat ödeme ve özür dileme başta olmak üzere karşı tarafın şartlarını kabul etmek ne zamandan beri diplomatik zafer oldu.

Bunlar mübarek Ramazan’da İsrail içeceği Coca Cola ile Rus içeceği Votka’yı karıştırıp bu millete helal diye içirdiler.

Peki ülke yönetiminde ana muhalefetin ya da diğer muhalefetin nasıl bir yetkisi var ki patlamalardan onlar sorumlu oluyor.

Sosyal medyada iktidarı eleştirenleri fişlemenin derdine düşen başta MİT ve emniyet olmak üzere devletin güvenlik kurumları nasıl bir zaafiyet içinde.

Ya da AKP iktidarını bu sefer kimler kandırıyor ki böylesine acı ve ihmallerle dolu bir terör olayı karşısında bir tek istifa bile olmuyor.

Yazımın başında da söylediğim gibi bilinen sözleri yine yeniden söylemeye devam edeceğiz.

Türkiye Büyük Millet Meclisi derhal terör gündemiyle toplanmalı ve başta uluslar arası ilişkiler olmak üzere teröre karşı akılcı ve ulusal önlemler alınmalıdır.

İçişleri Bakanı ve İstanbul Valisi başta olmak üzere sorumlular istifa etmeli ve patlamada ihmali olanlar hakkında gerekli işlemler yapılmalıdır.

Teröre karşı önlemler alınırken kesinlikle hukuk kuralları içinde kalınmalı ve yurttaşlar potansiyel terörist olarak görülmemelidir.
Son olarak kendisi de bir terör olayına kurban giden Uğur Mumcu’nun sözlerini hatırlatmak isterim

"Terör bir insanlık suçudur. Bu terör, kim tarafından yapılırsa yapılsın, devlet tarafından da yapılırsa yapılsın, PKK gibi, Dev-Sol gibi ya da ülkücü gruplar gibi ya da İslamcı terör grupları gibi. Terörün bir tanesinden yana olmak ya da bir tanesine hoşgörüyle bakmak ya da bu olayları suskunlukla geçirmek, bir insanlık suçudur."

BUNLARI TANIYORUM

IŞİD; yani Irak Şam İslam Devleti’nin kısaltması.

İnsanlar sanki yeni bir oluşumla karşılaşmış gibi şaşırıyorlar.

Ne diyor IŞİD ‘’Darü-l Harp olan yerler Darü-l İslam oluncaya kadar cihada devam’’

Darü-l İslam şeriatla yönetilen yer demek ve şeriatla yönetilmeyen her yer Darü-l Harp yani savaş alanıdır.

Yöntemlerine bakacak olursak.

Tekbirler eşliğinde insanların kafasını kesmek, insanları bir kafesin içine koyup diri diri yakmak, kadınları kendilerine cinsel köle yapmak ve amaçlarına ulaşıncaya kadar insan aklının ve vicdanının kabul edemeyeceği her yöntemi uygulamak.

Ne var ki bütün bunları yaparken kafir ilan ettikleri devletlerin ürettikleri silahları (nasıl elde ediyorlarsa) kullanıyorlar.

Ülkemizde en son Atatürk Hava Limanı’nda yaptığı katliamla gündeme gelen IŞİD aslında bu topraklara hiç yabancı değil.

Bunları çok iyi tanıyoruz.

Hafızamızı şöyle bir yoklayalım.

13 Aralık 1930’da Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay tekbirler eşliğinde başı kesilerek katledilmedi mi?

Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta ve Mayıs-Temmuz 1980’de Çorum’da kendilerinden farklı inançta oldukları için savunmasız masum insanlar tekbirler eşliğinde katledilmedi mi?

2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak Oteli’nde insanlar tekbirler eşliğinde diri diri yakılmadı mı?

Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere 2016 yılında bile daha ergenlik çağına yeni girmiş kız çocukları babası hatta dedesi yaşında erkeklerle 2’nci, 3’üncü eş olarak evlendirilmiyor mu? Bu evlilikler şeriata uygundur fetvaları verilmiyor mu?

Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün.

Yaptıkları her katliamı tekbirlerle süslemek ve yaptıkları her akıl ve vicdan dışı uygulamayı şeriata uyarlamak yobaz katillerin en belirgin özelliğidir.

Bütün bu olumsuz gidişattan tek çıkış yolu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yapmış olduğu devrimlere sıkı sıkıya sarılmak ve her alanda Tam Bağımsız Türkiye’yi yeniden hayata geçirmektir.



01-07-2016

30 Kasım 2017 Perşembe

KRİZE KARŞI ÖNERİ

Hükümetin izlemiş olduğu yanlış politikalar sonucu AB ve ABD başta olmak üzere neredeyse tüm dünya ülkeleriyle sorun yaşayan Türkiye belki de tarihinin en büyük ekonomik krizi ile karşı karşıya.

‘’En büyük kriz’’ diyorum çünkü onlarca yılda halkın paralarıyla oluşturulan KİT’ler 24 Ocak 1980’de alınan kararlar sonrası bir bir elden çıkarılarak özelleştirme adı altında çoğunluğunu yabancı sermayenin oluşturduğu şirketlere peşkeş çekildi.

Bugün ülkemize uygulanacak olası bir uluslar arası ambargoya karşı direnecek bir milli sanayimiz yok. 31 Aralık 1995 tarihinde yürürlüğe giren Gümrük Birliği Anlaşmasıyla iç pazarımızı AB ülkelerine sınırsız açtık ve o günden sonra dış ticaretimiz AB’nin lehine bizim aleyhimize her geçen yıl büyüyerek devam etti.


1980’lerde dünyada kendini doyurabilen 7 ülkeden biri olarak anılırken bu gün pek çok tarım ürününü ithal eder duruma geldik buna karşın uygulanan yanlış tarım politikaları sonucu kendi çiftçimiz ürününü zararına satar ve üretemez duruma geldi.

24 Ocak Kararları, Sosyal Devlet’ten Liberal Devlet’e geçiş adına ve halkın aleyhine olan önemli bir kırılma noktasıdır. Devamında kurulan bütün hükümetler 24 Ocak Kararları’nı istisnasız uygulamış ve bu gün olacak büyük krizin adeta hazırlayıcıları olmuştur.

Geldiğimiz noktada yapılması gereken TBMM kriz gündemiyle acilen çalışmaya başlamalı ve komisyonlar kurularak önlemler geliştirilmelidir.

Adeta bir kayıkçı kavgasını andıran yapay gündemler bir kenara bırakılarak halkın beklentilerine yanıt verecek yasalar yapılmalı.

Gümrük Birliği’nden derhal çıkılmalı.

Milli bir tarım politikası oluşturulmalı.

Başta Telekom, Petlas, Tekel, Sümerbank gibi özelleştirilen kurumlar kamulaştırılmalı.

Ekonomik alanda Milli Seferberlik ilan edilmeli ve bu seferberliğe bütün sosyal sınıflar gücü oranında katılmalı.

Bütün bunlar yapılırken inisiyatif TBMM’de olmalı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerleri her türlü tartışmanın dışında tutulmalıdır.

21 Kasım 2017 Salı

TARİH BİLMEMEK


Sömürgeci emperyalistlerin ve onların bölgedeki işbirlikçilerinin Ortadoğu’da yaşattığı kanlı ve kirli savaş her geçen gün ülkemizi kuşatmaya devam ediyor.

En son Halep’te oluşan durum ve Halep’in rejim güçleri tarafından ele geçirilmesi sonucu başta sosyal medya olmak üzere kamuoyunda mezhep eksenli yorumlar yapılmakta ve İslam’ın farklı yorumlarına inanan insanlar adeta birbirine düşman edilmeye çalışılmaktadır.

Emperyalizmin en bilinen yöntemi, ele geçirmek ve sömürmek istediği coğrafyada yaşayanları etnik ve mezhepsel farklılıklar üzerinden ayrıştırmak ve kendisine karşı ortak cephe kurulmasının önüne geçmektir.

Milli Şairimiz Mehmed Akif Ersoy’un dediği gibi;

‘’Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.’’



Dün bazı haberlerde okurken bile insanlığımdan utandığım bazı paylaşımlarda 15. Asırda bu coğrafyada yaşanan taht ve iktidar kavgalarını örnek gösterip tarihte kurulmuş yüzde yüz Türk devletlerinden olan Safavi ve Akkoyunlu devletlerinden intikam almaktan bahsederken, günümüzde gerek Ortadoğu’da gerekse Türkiye’de yaşayan ve kendileri gibi inanmayan bir mezhebin mensuplarını yok etmekten bahsedenler umarım emperyalizme hizmet ettiklerini fark ederler.


Yeri gelmişken içinde bulunduğumuz ve tarih bilmeyenlerin yönlendirdiği bu toplumda halimizi anlatan bir fıkra paylaşmak isterim.


’’Yeniçerinin birisi camide vaaz dinlerken hoca Yahudiler’in lanetli millet olduğunu, Hz. Musa’yı terk ettiklerini ve Hz. İsa’yı çarmıha gerdiklerini anlatmış. Camiden çıkan yeniçeri, doğruca Kapalıçarşı’ya giderek kılcını Moiz’in boğazına dayayıp ‘Sevdiklerinde vedalaş canını alacağım’ demiş. Moiz gözleri yerinden fırlayarak ‘Ben ne yaptım ki kuzum’ demiş. Yeniçeri ‘Siz Hz. İsa’yı çarmıha germişsiniz’ Moiz ‘Kuzum o bin beş yüz sene önceydi’ deyince yeniçeri ‘Olsun ben yeni duydum’ cevabını vermiş’’


Bu tarih bilmeyenler Şah İsmail’in öz be öz Türk olduğunu ve Şah Hatayi adıyla bugün bile çok sevilerek söylenen türküler oluşturduğunu ve Türk Halk Müziği’nde Yedi Ulu Ozan’dan biri kabul edildiğini bilmezler. Tıpkı Yahudiler’in Osmanlı Padişah’ı Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’a getirildiğini ve koruma altına alındıklarını bilmedikleri gibi. Padişah kelimesinin ‘’Şahın Ayağı’’ anlamına geldiğini bilmedikleri gibi.


Şah Hatayi ve Yedi Ulu Ozan demişken William Shakespeare’e ait olan bir sözü yazmadan geçemeyeceğim; ’’Bir ulusun türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür.’’


Bu coğrafyada kader birliği yapmış ve yirminci yüz yılın başında sömürgeci emperyalistleri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde bu topraklardan kovmuş insanların günümüzdeki mirasçıları olarak bize düşen görev; tarihi iyi okuyup nereden ve kimden gelirse gelsin emperyalist saldırılara karşı ortak cephe oluşturmak ve gerek ülkemizde gerekse komşu ülkelerde ‘’Tam Bağımsız’’lığı savunmak olmalıdır.

13 Kasım 2017 Pazartesi

TÜRKİYE DİN DEVLETİ OLUR MU


Geçmişi 1950’lere dayanan ve 12 Eylül Darbesi’yle iyice köklenen karşı devrim ve siyasal İslamın güçlenmesine karşılık, bu ülkenin gerçek aydınları ve ilericiler bu sürecin tehlikeli olduğunu ve Türkiye’yi din devletine götüreceğini söylüyorlardı.

Fakat medyadan akademi çevrelerine, sermaye sahiplerinden siyasetçilere kadar devletin kaynaklarından nemalanan pek çok kesim bu korkunun yersiz bir paranoyadan ibaret olduğunu söylüyor ve halkı din devletinin olamayacağına ikna etmeye çalışıyordu.

Türkiye’de din devleti kurulur mu? Aklın ve bilimin yerini çağ dışı kurallar alır mı? Bunu uzun uzadıya yazmak yerine sizlerle bir ‘’Kıssadan Hisse’’ paylaşmak isterim.

Adamın bir, canhıraş bir vaziyette şehrin emniyet müdürlüğüne girer ve müdürle görüşmek istediğini söyler.


Müdür adamı karşısına oturtur ne sorunu olduğunu sorar. 

Adam, evinde bir timsah olduğunu ve kendisini yemesinden korktuğundan bahseder.


Müdür hemen adresi sorar ve şehrin merkezinde güvenlikli bir sitedeki gökdelenin 36. Katında oturduğunu öğrenince öyle bir yerde timsahın olamayacağını söyler.


Adam ısrarcıdır. Timsahın evde ve tehlikeli olduğundan bahseder.

Adamı timsahın orada olamayacağına ikna edemeyen emniyet müdürü şehirdeki en ünlü psikologu arayıp kendisine bir adam yönlendireceğini ve bu konuda telkinde bulunarak timsahın orada olmadığına ikna etmesini ister.


Adam yanında bir polisle psikologa gönderilir. Fakat O ısrarla timsahtan ve tehlikeden bahseder.


Adamı muayene sedyesine yatıran psikolog şehrin merkezinde hele ki korunaklı bir gökdelenin 36. Katında timsahın olamayacağını, bunun bir hayal ürünü ve içsel korkuların dışa vurumu olduğunu söyler.


Adam ısrarla timsahtan bahsetse de iki gün süren telkinler sonucu evinde timsahın olmadığına ve hayal gördüğüne ikna olur.

Psikolog ve polisler görevlerini yapmanın mutluluğu içinde adamı evine gönderirler.


Birkaç ay sonra psikolog ziyaret amaçlı o gökdelene gider. 

Birden aklına o adam gelir ve kapıdaki güvenlik görevlisine o adamı sorar.

Güvenlik görevlisi o adamın öldüğü söyler. Psikolog şaşkınlıkla ölüm nedenini sorunca, güvenlik görevlisi ’’Evinde vahşi bir timsah varmış adamı yemiş.’’ Cevabını verir.