22 Şubat 2017 Çarşamba

Doktor Reşit Galip


Her sabah ilkokul sıralarında ‘’Türküm,doğruyum,çalışkanım’’diye başlayan ANDIMIZ’ın sözlerini yazan Milli Eğitim Bakanı Dr.Reşit Galip Bey’i acaba günümüzde kaç kişi tanıyor.

41 yaşında yakalandığı hastalık sonucu hayata veda eden bu idealist devrimci sırası geldiğinde Mustafa Kemal Atatürk’e bile kafa tutacak kadar yılmaz bir Kemalist olduğunu aşağıda aktaracağım olayda ispat ediyor.

‘’1931 sonbaharıydı. O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet'in bir yakınmasıyla başladı.

Esat Mehmet, Atatürk'ün Harbiye'den tabya öğretmeniydi.

Kazım Özalp'in "Atatürk'ten Anılar" kitabında yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı.

Esat Mehmet, "kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini" belirtti. Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi.

Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı: "Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi" dedi. "Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. İnkılaplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü, Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz."

Sofra gerildi. Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı.

"Bu konuyu uzatmayalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız" dedi.

Ama Reşit Galip alttan almadı. 



"Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir. Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez."

"Bu kokuşmuş kafayla..."

Reşit Galip'in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı:

Halkevi'nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı. Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekaleti'nden izin alamamışlardı.

Reşit Galip "Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez" diye kestirip attı.
Atatürk'ün kaşları çatıldı. "Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz" diye çıkıştı.

Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti. Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı'nı işaret ederek dedi ki:

"Devrimci devrimcidir. İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis'te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır."

Atatürk yeniden uyarma gereği duydu:

"Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu?"

"Kusura bakma Paşam, taşımıyor! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır."

"Sizi de eleştiririm!"

Bunun üzerine Gazi'nin sabrı taştı:

"Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı'na hakaret etmenize müsaade edemem" diye haşladı.

Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı:

"Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir'a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz."

İlk kez Atatürk'ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu.

Milletin sofrası.

Reşit Galip'in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu'nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı.

Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekanın sahibi Madam Senya'dan "İş Bankası'ndan kredi alamıyoruz" yakınmasını dinlemiş ve orada bir kağıda İş Bankası Genel Müdürü'ne hitaben "yardımcı olunması" isteğini yazmış, Rus çifte vermişti.

Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu.

Atatürk bu kez kızmadı; "Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin" diyerek kibarca Reşit Galip'i sofradan kovdu.

Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu. Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı:

"Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır."

Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp "Öyleyse biz kalkalım" dedi.

Sofradaki bütün heyet ayaklandı; Reşit Galip'i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar.

Sonra neler oldu?

Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir:

Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı'nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir.
Atatürk uyandığında Genel Sekreteri'ne Reşit Galip'i sorar.

"Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik" derler.

Atatürk "Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz" der.

Sonra "Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var" diye ekler.

1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip'in Ankara Radyosu'ndaki bir konuşmasını dinler;

"Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile" demektedir.

Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder.

Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder.

Onun yanına da, hocası Esat Mehmet'i oturtur.

Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı'nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar.’’ **

İşte devrimleri yapacak ve yaşatacak irade dürüst,namuslu ve yurtsever insanların gerekirse ölümü bile göze alarak ideallerinden vaz geçmemeleriyle mümkündür 13 ay bakanlık yapan ve istifa mektubu cebinde gezen Dr.Reşit Galip Bey M.Kemal’in Bursa Nutku’nda bahsettiği gibi ‘’Türk genci devrimleri korumak için kimseden izin istemeyecektir’’ ifadesini öldüğü güne kadar yaşatmış ve gelecek nesillere aktarmıştır.

Unutulmaması gerekir ki devrimler genç insanlarla yapılır ve yaşatılır onun için gençliği bencil ve bireysel hırs peşinde koşanlar olarak ya da hiçbir şeyi sorgulamayan kaderci bir topluluk olarak görmek isteyenler gençliğin dinamizminden korkanlardır.

İnsana acı gelen ve düşündüren tarafı tarihinde Reşit Galip gibi dürüstlük,yurtseverlik ve namusluluk abidesi insanlar dururken Türk Gençliğinin kendisine ithal önder arayışına girmesidir. Dr.Reşit Galip Bey’in mezarı Cebeci Asri Mezarlığı’nda kendisinden önce vefat eden Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati ile yan yanadır.

16 Şubat 2017 Perşembe

Harabat Ehline Hor Bakma



Tasavvuf ehli olan Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Şakir ve Mahir adında iki oğlu vardır.

Şakir, sürekli ilim ve ibadetle meşgul olurken Mahir meyhaneden çıkmaz.

Erzurumlu İbrahim Hakkı, bir gün meyhaneye gidip Mahir’in borçlarını ödemek istediğinde meyhaneci Mahir’in borcu olmadığını söyler ve sebebini şöyle açıklar ’’Mahir, akşama kadar bir fıçının başına oturur içer ve gider biz sabah geldiğimizde o fıçının dolu olduğunu görürüz o sebeple para almayız’’

Bir süre sonra iki oğlunu yanına alarak bir uçurumun başına çıkan Erzurumlu İbrahim Hakkı, Şakir’e buradan atlarsa kırklara karışacağını söyler. Şakir tereddüt eder ve atlayamaz bunun üzerine Mahir ‘’’Baba hakkını helal et’’ der ve uçurumdan aşağı atlar.

Babasının ve kardeşinin şaşkın bakışları arasında güvercine dönüşür ve oradan uçarak geçmekte olan güvercin donundaki kırklara karışır.

Bu olayın üzerine Erzurumlu İbrahim Hakkı aşağıdaki şiiri yazar.

Şarabı lebinden nûş eden âşık,
Ne gezer mescitte dem haneler var.
Onun için bize olmaz erişik,
Almış nasibini divaneler var.

Kemenkeş olanın yayı sarsılır,
Erenler kılıcı arştan asılır,
Koç yiğit meydanda basar, basılır,
Gör nice dünyada merdaneler var.

Âşık olan, aşk oduna alışır,
Sadık olan erenlere karışır,
Çıkar meyhaneden gelir ulaşır,
Hak’ka vasıl olmuş divaneler var.

Gel Hakkı sırrını eyleme zahir,
Böyle bir yol tut ki olasın Mahir,
Harabat ehline hor bakma Şakir,
Defineye malik viraneler var.



15 Şubat 2017 Çarşamba

Bilge Ozan Neşet Ertaş



İnsanın çok sevdiği ve kendisine örnek aldığı birisinin arkasından yazması oldukça zor. Ama Neşet Ertaş’ı topluma ve gelecek kuşaklara aktarma adına bu yazıyı sizlerle paylaşmak istedim.
   
Neşet Ertaş sadece saz çalıp türkü söylemenin ötesinde içinden çıktığı toplumun kültürünü yerelden ulusala, ulusaldan evrensele taşıdı ve Dede Korkut’tan günümüze gelen aşiret ozanlığı geleneğini zirveye çıkardı. 

O tarihsel misyonunun farkında olan bir ozan olarak Karacaoğlan’dan Dadaloğlu’na, Muharrem Ertaş’tan Hacı Taşan’a kadar pek çok ozanın eserlerini yaşadığı çağa taşıdı.
    
Biz Türkler okuyarak öğrenmek yerine dinleyerek öğrenmeyi daha çok benimseriz. Yani sözlü kültür bizim için daha çekicidir. Onun içindir ki yaşadığı toplumun sevinçlerini, acılarını, yokluklarını, hasretlerini ve pek çok toplumsal olaylarını türkülerinde dile getiren ozanların söyledikleri aslında bu toplumun tarihinden ibarettir. Örneğin  Osmanlı’nın baş kaldıran Avşar aşiretlerini bastırmak için onların üstüne asker göndermesi pek çok yazılı kaynakta yokken halk ozanı Dadaloğlu’nun        

“Kalktı göç eyledi Avşar elleri ,
Ağır ağır giden eller bizimdir.”                                                                                              

dizelerinde herkes öğrenmiştir.
    
Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen Türkmen boyları içerisindeki Abdallar çalıp söyleme konusunda ustalaşmışlar ve Alevi-Bektaşi cemlerinde 12 hizmetten biri olan “Zakir”lik yani beyitler ve deyişler söyleyen okuyucu olmuşlar sonra tarihsel süreç içerisinde devletin halkı Sünnileştirme politikasıyla bu Zakirler düğün ve eğlence sanatçısı olmalarına rağmen taşıdıkları tarihsel misyon gereği yaşanan toplumsal olaylara duyarlı olarak eserler üretmişlerdir.
    
Neşet Ertaş söyledikleriyle insanları sevmeye, dürüstlüğe, ayrımcılık yapmamaya, kul hakkı yememeye, topluma saygılı olmaya ve pek çok insani değere sahip çıkmaya çağırmıştır.

Dinle sana bir sözüm var 
Kimseyi hor görme gardaş
 
Kim nasıldır Allah bilir
 
Kötüleyip yerme gardaş
 

Tek Hakim'dir ulu gani
 
Bir yaratmış seni beni
 
Veren alır tatlı canı
 
Ötesini sorma gardaş
 

Gönül bilmeyenler çoktur

Bilmeyen de gönül yoktur 
Bilmiş ol ki gönül haktır
 
Sakin ol ha kırma gardaş
 

Kerameti sende bilip
 
Bilmeden günahkar olup
 
İnsan doğup hayvan ölüp
 
Cehenneme girme gardaş
 

Bak hayvanların halına
Gitmiş şeytanlık yoluna 
Kaderin garib kuluna
 
Başka isim verme gardaş.

Dizeleri Neşet Ertaş’ın yaşam felsefesini en güzel anlatan eserlerden birisidir.

O aynı zamanda bir yurtsever ve ülke sevdalısıdır.

Bir garibim budur derdim
Tüm dünyayı bende gördüm
İsterim ki benim yurdum
Dünyadan geri kalmasın.

Sözleri O’nun bu konuda ne kadar duyarlı olduğunun kanıtıdır.

Neşet Ertaş alçakgönüllü ve mütevazi kişiliğiyle bir öğreticidir.

Çünkü O, bir gecede şöhret olmamış, binlerce yıldan süzülerek gelen bir geleneğin usta çırak ilişkisiyle başarıları sindirerek hazmetmiştir. 

Günümüzde kendisine dokunmak isteyen hayranlarını yanındaki korumalara dövdüren, çıktığı sahneden dinleyicilerini aşağılayan sözde sanatçılar boy gösterirken Neşet Ertaş konser esnasında ceketini çıkarmak için torunu yaşındaki dinleyiciden izin isterken ve “Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hizmetçisiyim” diyerek bir sanatçının dinleyicisine karşı nasıl davranması gerektiğinin öğretmenliğini yapmıştır. 

Neşet Ertaş aynı zamanda bir felsefe adamıdır. 2010 yılında Kartal’da karşılaştığımızda ben ısrarla elini öpmek istediğim zaman verdiği cevap aynen şöyleydi Adam adamın elini öpmez ben çocuklarıma dahi elimi öptürmüyorum sadece anaların eli öpülür.” dedikten sonra beni gözlerimden öpmüştü. Neşet Ertaş bu görüşünü bir türküsünde şu dizelerle dile getiriyordu.
Ulu arıyorsan analar ulu /Sevmişiz biz onu olmuşuz kulu/Analar insandır biz insanoğlu”

O, Orta Asya Türkmenleri’nde “Aksakal” günümüzde “Akil adam”denilen bir bilgedir.Başbakanla birlikte katıldığı bir televizyon programında şöyle diyordu. “Sayın başbakan duyuyorum pek çok insana yeşil kart verip yardımlar yapıyorsunuz ama gittiğim yerlerde pek çok fukaranın bunlardan yararlanmadığını görüyom. Yanınızdaki adamlara bu yardımların kimlere verildiğini bi araştırtsanız ve atı arabası olana vermek yerine gerçek ihtiyaç sahiplerine verseniz daha doğru olmaz mı?” yani siyasette var olan adam kayırmacılığı bir canlı yayında başbakana söyleyerek bilgelik görevini  yerine getiriyordu.

Neşet Ertaş aynı zamanda bir sevda adamıdır yaşadığı sevdaları türkülerinde içten bir şekilde dile getirmiş ve bütün sevda yaşayanların sözcüsü olmuştur. Yaşadığı her ayrılık ve acı O’nun yeni türküler üretmesine aracı olurken sevdiğine hiç kızmamış tersine şöyle demiştir

Sana karşı benim bir sözüm yoktur,
Haklısın sevdiğim kararın haktır,
Garip'in derdinin dermanı yoktur,
Hata benim günah benim suç benim.

O sevdiğine öylesine sahip çıkar ki taparcasına değer verdiği bir baba olmanın ötesinde aynı zamanda ustası da olan Muharrem Ertaş’ın sevdiği kadın için söylediklerine şöyle cevap verir.

Yazımızı felek yazdı Mevla’dan değil,
Senin dediklerin evladan değil,
Her hata suç bende Leyla’dan değil,
Aslı bozuk deme gel şu insana.

Hayatı,yaşam felsefesi,sanatı üniversitelerde ders olarak okutulması gereken Neşet Ertaş’ı birkaç sayfada anlatmak mümkün değil O’nun son yazdığı ‘’VEDA’’ şiiri şöyle.

VEDA

Tükendi ömrümün çoğu gidiyor

Cahil ömrüm geldi geçti yel gibi
Sevdiğim uzaktan seyir ediyor
Beni görüp bakınıyor el gibi

Geçti günler, yıllar, ömürse doldu

Giden gitti bilmem geri ne kaldı
Ömrümün baharı sarardı soldu
Yandı kaldı garip bağrım çöl gibi

Veren, geri almak için gözlüyo

Her an her saniye beni izliyo
Garip bağrım için için sızlıyo
Sazımda inleyen sırma tel gibi

Uzun yoldan gelmiş gibi yorgunum

Ne kimseye küskün ne de dargınım
Bir ahu gözlüye candan vurgunum
Garip gönlüm kapısında kul gibi. 

Son olarak Neşet Ertaş'ın hakka yürüdüğü 25 Eylül 2012'de yazdığım şiiri sizlerle paylaşmak isterim.



NEŞET ERTAŞ

Seher vakti çaldı kapımızı ölüm,
Gönül dağını duman bürüdü.
Garip garip öterken bülbülüm,
Yalan Dünya’dan hakka yürüdü.

Hiç sitem göndermedi mevlaya,
Minneti yoktu şöhret denen belaya,
Mecnun gibi aşık oldu Leyla’ya,
Yar aşkına yandı aşk yolunda çürüdü.

Muharrem Usta'ya çırak olmuştu,
Serçeşmeden deryaya dolmuştu,
Kendi gidip uruhu kalmıştı,
Ozanlık yolunda bir pir idi

Ömür verdi sevda denen yola,
Kardeşlik aşıladı her garip kula,
Yeryüzü memleketi dünya O'na sıla,
İnsanlığa feda olmuş ser idi.

Felek bilir yazımızı yazanı,
O’dur son çağın Bilge Ozan'ı,
İstemedi devlet denen düzeni,
Halkın yanında halktan er idi.

İyi ki seninle aynı zaman diliminde yaşadım,iyi ki seni tanıdım nurlar içinde uyu
 ‘’NEŞET EMMİ’’

14 Şubat 2017 Salı

Onların Çocukları Ve 12 Eylül


Eylül; yaprakların döküldüğü ve dökülürken esen rüzgarla birlikte sağa, sola savrulduğu ay.

12 Eylül 1980’de 8 yaşında bir çocuktum. Köyümüze haki yeşil renkli arabalarla askerler geliyordu, insanlar kendilerini ve gözlerini kaçıracak yer arıyorlardı. Ve akşamları Adile Naşit’in sunduğu “Uykudan Önce” programından sonra TV haberlerinde anarşinin başının ezildiğinden bahsedilirken, görüntülere bir masanın arkasında sıra sıra insanlar ve masanın üstünde renk renk suç aleti kitaplar duruyordu.

Sıkıyönetim vardı ve pek çok şey yasaktı. Kitap okumak, seyahat etmek, bir derneğe üye olmak bu yasaklardan bir kaçı idi. Bizim ülkede bunlar olurken, okyanus ötesindeki bir başka ülkenin yetkilileri, iktidara el koyan generaller için “Bizim çocuklar” diyorlardı.

Yüzlerce kişinin aynı anda yargılandığı davalar gördük, 1402’likler denilen işten el çektirilen memurları gördük, Y.Ö.K’ü, Doğramacı’yı ve doğranan gençleri gördük.

İlkel bir milliyetçilik dalgası estiriliyor, köylerin binlerce yıllık isimleri değiştiriliyor, insanlar çocuklarına istedikleri isimleri koyamazken ağabeylerimizin Sosyal Bilgiler adıyla öğrendiği dersleri biz Milli Tarih, Milli Coğrafya olarak öğreniyorduk. Nedense matematiği millileştirmek akıllarına gelmedi.

Binlerce insan işkence tezgahlarından geçirilip bütün sivil toplum örgütleri ve sendikalar kapatılıp toplum sindirildikten ve karşı çıkmanın vatana ihanetle eşdeğer sayıldığı anayasa onaylandıktan seçimler yapıldı ve iktidar el değiştirdi.

İktidara yakın olanlar hazineden hortumladıklarıyla köşeyi dönerken “Ortadirek” edebiyatı yaparak iktidara gelenler ortadireği yok ettiler. 

Küçük bir grup hiç emek harcamadan köşeyi dönüp sınıf atlarken, büyük çoğunluk yoksullar kervanına katıldı.

Düşünen, sorgulayan bir gençlik yerine milli ve manevi değerlere bağlı bir gençlik yaratılmalıydı. Onun için de her ile, her ilçeye bir İmam Hatip Lisesi açılmalıydı. Fakat günü geldiğinde o liselerden mezun olanlar İBDA-C’leri, Hizbullah’ları kurdular ve devleti yönetenleri kafir ilan ettiler.

Ciddi haber veren toplum ve toplumu aydınlatan gazetelerin yerini buram buram erotizm kokan ve sözde ünlülerin özel hayatlarına dair haberler veren gazeteler almıştı. Düşünce suçu denilen kavramını da o zaman duydum. Düşünmek serbest düşündüğünü söylemek suçtu.

Etnik terörle tanışmıştık iktidardakilerin üç buçuk eşkıya diye küçümsediği ve sadece askeri önlemlerle önlemeye çalıştığı olay binlerce cana ve milyarlarca dolara mal oluyordu.

Siyasi yasaklar kaldırıldı, iktidar el değiştirdi fakat lale devrinde sadece gruplar değişiyordu. İLKSAN skandalı, İSKİ skandalı gibi yolsuzlukları gördük. Bankalara yüklü kredi borcu olan birisinin bankalardan sorumlu olduğunu gördük.

Toplumun müzik kültüründen eğlence kültürüne kendine özgü neyi varsa değişiyordu. Müthiş bir pop-arabesk dalgası estiriyor, milyon dolarlık futbolcularla heyecanlanıyorduk. Müthiş bir tüketim pompalanıyor, tükettiklerimizin en başında da siyasi ve ahlaki değerlerimiz geliyordu.

Derken siyasi cinayetlerle tanıştık. Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Turan Dursun ve Uğur Mumcu. Hepsinin ortak özelliği birer anti-emperyalist ve samimi Atatürkçü oluşlarıydı. 

Devleti yönetenler katillerin yakalayacağına namus sözü veriyordu (aynen Sivas’ta yakılan 37 kişinin katillerinin yakalanacağına söz verdikleri gibi). Fakat Sivas sanıklarının avukatı daha sonra Adalet Bakanı oluyordu. Sıksık iktidarlar değişiyordu ve biz her iktidarı yolsuzlukla hatırlıyorduk. Kayıp trilyon, hortumlanan bankalar, otoyol skandalı bunlardan birkaç tanesiydi. 

Trafik kazalarında dünya birincisi olurken, artan suçlar içinde gasp ilk sırada geliyordu. Mafya ve çeteler ihaleden gece kondu, otoparktan sağlık sektörüne kadar akla gelebilecek her yerde söz sahibiydi.

2002'ye geldiğimizde yine iktidar değişirken ilk iş olarak devlete yüklü vergi borcu olan biri maliye bakanı yapılıyor bu bakan Vergi Barışı adı altında vergi affı çıkartırken yetmiş milyonun malını “babalar gibi” satmaktan bahsediyordu.

İdeolojik terörü bitirmek için iktidara el koymuşlardı. Fakat geldiğimiz noktada etnik terörden, dini teröre; kapkaç teröründen, trafik terörüne; açlık teröründen, işsizlik terörüne kadar terörün enva-i çeşidi ile tanıştık.

Yıllar sonra yine bir 12 EYLÜL günü 1982'de düzenlenen anayasada değişiklikler yapılıyor ve ''Yetmez Ama Evet'' diyerek adeta 1980'de yarım kalan iş tamamlanıyordu.

Şimdi yine anayasada değişiklik yapılmak isteniyor ve 12 Eylül Anayasası'ndan kurtulacağız derken devletin kuruluş felsefesinin temeline adeta dinamit yerleştirilerek egemenlik bir kişinin iradesine teslim edilmeye çalışılıyor.

12 Eylül’de benim gibi 8-10 yaşında olanlar şimdi 40'lı yaşlarda ve hiçbirimiz artık Adile Teyze’nin kuzucukları değiliz. Hepimiz büyüdük ve çoktan sürüye katıldık.

ONLARIN ÇOCUKLARI” işini iyi yapmıştı “NETEKİM”

13 Şubat 2017 Pazartesi

Yaşar Nuri Öztürk



İlk O’ndan duymuştum ‘Bir indirilmiş din var, bir de uydurulmuş din var’ sözünü.

Farklı biriydi ve söyledikleri hurafeden uzak akıla ve vicdana hitap ediyordu.

Asırlar içinde İslam’da oluşmuş ruhban sınıfına savaş açmış ve ‘’Allah ile kul arasına kimse giremez’’ diye haykırıyordu.

Yaşar Nuri Hoca, bilmem kaç kere Subhanallah diyerek cennette huri vaat edenlerin ve bir şeyhin eteğine yapışmadan cennete gidilmez diyenlerin birer yalancı olduğunu ve din ile bağdaşmadıklarını anlatıyordu.

O, gerçekte peygamberin söylemediği fakat birileri tarafından O’na atfedilen uydurma hadisleri, Kuran ayetlerini türkçe okuyarak bir bir deşifre ediyordu ve Fatiha’da söylenen ‘’Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım bekleriz’’ sözünü hatırlatarak din tüccarlarının maskesini düşürüyordu.

Yaşar Nuri Hoca, İslam topluluklarının geri kalmışlığını ve acı içinde olmalarını İslam’ın yanlış yorumlanmasından ve birilerinin çıkarları için İslam’ı kendilerine maske yapmasından bahsederken Atatürk’ün Laik Cumhuriyet’i kurarak İslam’a en büyük hizmeti yaptığını söylüyordu.

O, sözde din adamlarının yaptıklarını örnek göstererek dine saldıranlara da "Düşmana karşı savaşmış din adamı da vardır, düşmanla bir Atatürk'e karşı savaşmış din adamı da. Sorun din de değil, adamdadır" diyerek gerekli cevabı veriyordu.

Yaşar Nuri Hoca, katıksız bir Atatürkçü ve samimi bir yurtseverdi. Ülke kaynaklarının yağmalanmasına ve yabancılara peşkeş çekilmesine ve bunu yaparken İslam dininin aracı yapılmasına tahammül edemiyor ve en büyük günahın ’’Kul Hakkı’’ yemek olduğunu söylüyordu.

Hoca, İslam’ı olduğundan farklı gösterip kendilerince kimlerin cennete gideceğini ve orada kaç huri alacaklarını söyleyenlere karşı ’’Yobazın olmadığı her yer cennettir’’ sözleriyle cevap veriyordu.

’’Türkiye’yi Kemiren İhanet, Allah İle Aldatmak’’ adlı kitabında yüzyıllardır Müslümanların nasıl Kuran’dan uzaklaştırıldığını ve İslam’ın Allah’ın dini olmaktan çıkarılıp Arap-Emevi bağnazlığıyla kuşatıldığını yazıyordu.
Kısacası Yaşar Nuri Hoca, tam bir yurtsever, bir Atatürkçü ve samimi bir müslümandı.
Ve soyadı O’na çok yakışıyordu çünkü O, ’’Öztürk’’tü.

10 Şubat 2017 Cuma

Devlet Yönetmenin Sorumluluğu

’’İstanbul’a kar yağmadan kış gelmez’’ 

Anadolu’da köy yolları aylarca kapalı kalır, günlerce elektrik verilemeyen yerler vardır ama haber bültenlerine konu olabilmesi için İstanbul’a kar yağması gerekir.

Terörün her türlüsünü yaşayan bu topraklar şimdi yaşam biçimine karşı bir terör saldırısıyla karşı karşıya.

Yaşam biçimine yapılan bu saldırı ilk değil fakat önemli bir kırılma noktası.

Hadi biraz hafızamızı yoklayalım. Tarih 7 Ocak 1998 yer Malatya İnönü Üniversitesi oruç tutmadığı gerekçesiyle bir grubun saldırısına uğrayarak ağır yaralanan İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü öğrencisi Ümit Cihan Tarho (21), tedavi gördüğü Turgut Özal Tıp Merkezinde yaşamını yitirdi. 

Bir başka örnek; 20 Ekim 2004’te Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesinde oruç tutan öğrencilerle tutmayanlar arasında başlayan gerginlik, kavgaya dönüştü. Oruç tutmadığı için dövülen Bayram Yağ adlı öğrenci 4 metre yükseklikteki köprüden Yeşilırmak Nehri'ne atıldı.

Bir örnekte geçtiğimiz haftadan.

Tarih 28 Aralık 2016, Nazilli'de yılbaşı kutlamalarını protesto etmek için temsili 'Noel Baba'nın darp edilip, başına silah dayanması olayından sonra herhangi bir soruşturmanın açılmadığı ortaya çıktı. Bunun üzerine başlatılan soruşturma kapsamında Alperen Ocakları Aydın İl Başkanı Burak Yaşar'ın da aralarında olduğu 10 kişi gözaltına alındı."Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama" suçu işledikleri iddiasıyla Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'nde sorguları tamamlanan 10 şüpheli savcılık talimatıyla serbest bırakıldı.

Daha önceki terör saldırıları belli bir etnik kökenden ya da siyasi ideolojiden olan insanlara yapılırken Reina saldırısı ‘’Yaşam Biçimi’’ni hedef alan ve kendisi gibi yaşamayan herkesi katledilmesi gereken kafirler olarak gören anlayışın geldiği tüyler ürpertici son noktadır.

Tarihçi yazar Cemal Kutay 1990’lı yılların başında yaptığı bir programda ‘’21. Yüzyıl din faşizmiyle geliyor’’ demişti.

Bütün bunlar yaşanırken devleti yönetenler terör gruplarını ‘’Öfkeli Çocuklar’’ diye masum gösterme hakkına sahip değildir. Ya da komşu bir ülkedeki iktidarı yıkmak için o ülkedeki insanları Türkiye’ye getirip ‘’Eğit-Donat’’ projesiyle silahlandırmamalıdır.

Son olarak yazımın başlığına dönecek olursak Reina saldırısını hangi gizli servisin kontrolündeki hangi taşeron örgütün yaptığını henüz bilmiyoruz. 

Bildiğimiz bir şey var ki devleti yönetenler ve kamu adına görev yapanlar yurttaşların yaşama biçimini sorgulayan ve onlara müdahale edenlere hoşgörülü davranıp kendisi gibi inanmayanları baskı altına almaya çalışanlara hukuk çerçevesinde engel olmak zorundadır.

Laik devlet, inançlı ya da inançsız, şu veya bu mezhepten olduğuna bakmaksızın bütün yurttaşların yaşam biçimini ve hukukunu korumak zorundadır. Devleti yönetme sorumluluğu bunu gerektirir.

6 Şubat 2017 Pazartesi

Laik Cumhuriyet



Cumhuriyet’in mayası temiz ve sağlamdır çünkü Cumhuriyet’i kuran irade Tam Bağımsızlık ve vatanseverliği kendisine ilke edinmiş kadroların eseridir.
İşgal yıllarında her inançtan yurtseverin omuz omuza vererek kazandığı Milli Kurtuluş Savaşı sonrası aynı azim ve karalılıkla kurulan Cumhuriyet’in değerini daha iyi anlayabilmek için sizlere üç kişiyi anlatmak isterim.

HACIBEKTAŞ POSTİNİŞİ ÇELEBİ CEMALETTİN EFENDİ


Gazi Mustafa Kemal Atatürk Milli Mücadele’yi başlatmak için Samsun’a çıktıktan sonra Ankara’ya gitmeden önce 21-22 Aralık 1919’da Hacıbektaş’a uğrar ve dergahın potnişi olan Çelebi Cemalettin Efendi ile özel bir görüşme yaparak Milli Mücadele’ye destek ister.
Hacıbektaş görüşmesinde en ilginç konuşmayı Veliyettin Çelebi sonradan yakınlarına şöyle aktarmıştır:
Çelebi Cemalettin Efendi, Mustafa Kemal Paşa’ya “Paşa Hazretleri cesaretli ve basiretli idarenizde Türk milletinin düşmanı kahredeceğine inancımız sonsuz! Yüce Allah’ın milletimize müesser edeceği zaferden sonra Cumhuriyet ilanı düşünüyor musunuz?” M. Kemal Paşa bunun üzerine “O mutlu günün ilanına kadar aramızda gizli kalmak kaydıyla, evet Çelebi Efendi Hazretleri” diye yanıtlar.
Türbede M. Kemal Paşa’ya kılıç kuşatılıp yola kabul edilir. M. Kemal’in yolunda ve izinde olacaklarına, destek vereceklerine yek vücut olarak hareket edeceklerine ikrar verilir. Coşkulu bir karşılama gibi, uğurlama yapılır.
Daha sonraki dönemde Cemalettin Efendi Anadolu’daki Bektaşi dergahlarına yazılar göndererek Milli Mücadele’ye asker ve para desteği verilmesini ister.

ANKARA MÜFTÜSÜ BÖREKÇİZADE MEHMET RIFAT EFENDİ


Ankara’da Millet Meclisi’ni açma çalışmaları devam ederken 11 Nisan 1920’de İngilizlerin baskısıyla Damat Ferit hükümetinin şeyhülislamı Dürrizade Abdullah Efendi tarafından yazılan ve Vahdettin tarafından onaylanarak İngiliz uçaklarından Anadolu’ya atılan Milli Mücadele’ye destek verenlerin halifeye başkaldırı içinde olduğu ve katledilmelerinin İslam’a uygun olduğu yönünde bir fetva verilmişti.
Bu fetvaya karşılık Ankara Müftüsü Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi, Milli Mücadele’nin desteklenmesi ve düşman işgaline karşı direnmenin gerektiğini belirten ve tarihe Ankara Fetvası olarak geçen ve kendisinden başka 153 müftünün imzaladığı fetvayı o günün olanaklarıyla bütün Anadolu’ya yolladı.

TÜRK ORTADOKS PATRİĞİ PAPA EFTİM (Zeki Erenerol)


Yozgat Akdağmadeni ilçesinde Ortadoks Türk bir ailenin çocuğu olarak 1884 yılında dünyaya gelen Papa Eftim, 4 Eylül Sivas Kongresinden önce Mustafa Kemal Paşa tarafından Sivas'a davet ederek uzun uzun sohbet eder. Daha sonra Kayseri’de toplanan Türk Ortodoksları Kongresi’nin kararıyla Ankara Hükümeti nezdinde ” Türk Ortodoksları Cemaat ve Kiliseleri Umumi Vekili ve Murahhası” seçilmiş ve Milli Hükümet tarafından tanınarak Ankara’ya gelmiş ve düşmanın vatandan kovulmasına kadar Mustafa Kemal Paşa ile birlikte çalıştı.
İşgal yıllarında Fener Patrikhanesi’nin bütün dünya milletlerine hitaben yayınladığı bir beyanname, derin yankılar uyandırmıştı. Bu beyannamede şöyle deniliyordu:
“Canavar, zalim Kemalistlerin zulmünden, biz Hıristiyanları kurtarmaya geliniz! Ankara’daki zehirli yuvalarını yıkmak için acele ediniz!”
Büyük Taarruz’dan önce, meclis binası önünde Yunan Mezalimine karşı yapılan toplantıda, Mustafa Kemal Paşa Papa Eftim’in de konuşmasını ister. Hazırlıksız olduğunu söyleyerek konuşmak istemeyen Eftim, Paşa’nın “içinden geldiği gibi konuş” demesi üzerine, hemen koşarak meclisin bahçe duvarına çıkar, Patrikhanenin ihanetini, Türk Ortodoksların mal ve canlarıyla Milli Mücadelede olduklarını haykırarak, Hz.Davut ile Goryat’ın savaşını örnek göstererek;
“Düşmanlarımızın her şeyi var. Bizim silah ve cephanemiz yok; amma göğsümüzde imanımız var. Mutlaka kazanacağız! Fener Patrikhanesinin ihanet mumunu söndüreceğiz; muzaffer olacağız!” der.

Hani günümüzde sıkça kullanılan fakat bir türlü altı doldurulamayan bir söz var ‘’Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.’’ Diye işte bu üç yurtseveri tanıyınca bu sözün derinliği bir kez daha ortaya çıkıyor.

Son olarak tarihte de örneğini gördüğümüz gibi bizi bir arada tutacak ve kurtaracak olan birlik dinsel ya da mezhepsel birlik değil Yurtseverliktir. İnsanlar değişik din, mezhep ya da inançtan olabilirler fakat aynı topraklar üstünde kader birliği yapmış iseler yurtsever olmak ve omuz omuza birlikte mücadele etmek zorundalar. Bunun içindir ki bütün inançlara eşit mesafede olan Laik Cumhuriyet olmazsa olmazımızdır.

2 Şubat 2017 Perşembe

Ressam Nazım Hikmet

‘’Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin’’ dizlerini bilmeyenimiz yoktur.
Abidin Dino’ya böyle seslenen Nazım Hikmet’in iyi resim yaptığını hatta usta-çırak ilişkisiyle İbrahim Balaban’ı bir ressam ve düşün insanı olarak yetiştirdiğini pek az kişi bilir. 


Fırıncı Tablosu

Usta 1940 yılında Çankırı Cezaevi’nde yatarken karnesiz ekmek satmaktan mahkum olan bir fırıncının tablosunu yapar ve kendisine hediye eder. Aradan yıllar geçip Nazım Hikmet yurttaşlıktan çıkartılıp vatan haini ilan edilince aile resimdeki Nazım imzasını silmeye çalışır ve resmi saklarlar. Bir şekilde ABD’ye giden resim bir türk koleksiyoner tarafından fark edilir ve ciddi bir paraya satın alınıp Türkiye’ye getirilir ve Zafer Sanat Galerisi’nde sergilenir.



Eskişehirli Sarı Seyfettin Tablosu

Yattığı cezaevlerini bir akademiye dönüştüren Nazım Hikmet, önemli eserlerinden olan Memleketimden İnsan Manzaraları eserinde bahsi geçen arkadaşlarının resimlerini de yapar. Bunlardan birisi de Eskişehirli Sarı Seyfettin’dir.

Cezaevi arkadaşına“Senin resmini yapacağım ve bu senin elinde ölümsüz bir eser olarak kalacak”. diyen Nazım Hikmet, yıllar sonra gün yüzüne çıkacak tabloyu yapar ve Sarı Seyfettin’e armağan eder.



Kartallı Kazım Tablosu

Nazım Hikmet’in ölümsüz eseri Kuvayi Milliye Destanı’nında bahsettiği cezaevi arkadaşı olan Kartallı Kazım’ı (İbrahim Göleber) resmettiği yağlıboya tablo CHP genel merkezindedir.

Hayali bir kişilik zannedilen Kartallı Kazım, Sayın Altınok Öz’ün 2009 yılında Kartal Belediye Başkanı seçildikten sonra gösterdiği çabalarla ailesi bulunmuş ve Kartal’da bir meydana ismi verilip heykeli dikilerek ölümsüzleştirildi.
Kartallı Kazım’ın (İbrahim Göleber) çocukları Nazım Hikmet’in cezaevinde yaparak babalarına armağan ettiği ve yüz binlerce liraya satılabilecek resmi, babalarının ismini ölümsüzleştiren Kartal Belediye Başkanı Altınok Öz’e armağan etmek istediklerinde Sayın Altınok Öz ‘’Bu resim ya Anıtkabir’deki Kuvayi Milliye Müzesi’nde ya da Kuvayi Milliye’nin komutanı Atatürkün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nde olmalı’’demiş ve bir açılış için 30 Mart 2013’te Kartal’a gelen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na Kartallı Kazım’ın oğlu Yalçın Göleber tarafından armağan edilmiştir.



3 Haziran 1963’te aramızdan ayrılan ve sadece ülkemizde değil tüm dünyada şair kimliğiyle tanınan ve ‘’Memleket Şairi’’ olarak bildiğimiz büyük usta Nazım Hikmet’in ressam yönünü sizlerle paylaşmaya çalıştım.

Diyeceğim odur ki; kendisini aydın ve sanatçı olarak tanımlayanlar yaşamın her alanında var olmalı ve halkını ileriye taşıyacak çaba göstermelidir.